1970'te doğdu, talebelik, öğretmenlik, vaizlik, yazmak, en önemlisi annelik bütün hayatı

26 Ekim 2016 Çarşamba

Muhacir veya Ensar Olmak

Resim alıntıdır


اَلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَهَاجَرُوا وَجَاهَدُوا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْۙ اَعْظَمُ دَرَجَةً عِنْدَ اللّٰهِۜ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْفَٓائِزُونَ يُبَشِّرُهُمْ رَبُّهُمْ بِرَحْمَةٍ مِنْهُ وَرِضْوَانٍ وَجَنَّاتٍ لَهُمْ ف۪يهَا نَع۪يمٌ مُق۪يم
خَالِد۪ينَ ف۪يهَٓا اَبَداًۜ اِنَّ اللّٰهَ عِنْدَهُٓ اَجْرٌ عَظ۪يم 

"İman edip de hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler, rütbe bakımından Allah katında daha üstündürler. Kurtuluşa erenler de iste onlardır. Rableri onlara, tarafından bir rahmet ve hoşnutluk ile kendileri için, içinde tükenmez nimetler bulunan cennetler müjdeler. Onlar orada ebedî kalacaklardır. Süphesiz Allah katında büyük mükâfat vardır"(Tevbe, 20-22)
 “Hicret” bir beldeden diğerine iş bulma veya daha iyi yaşam şartlarına kavuşma, gezme, tanıma vb. gibi bir göç hareketi değildir. Hicret Müslümanın kâfirden ayrışma hareketidir. Dünya hayatının rahatlığını bırakıp, memleketini terk etme ve kendinden sonra gelecek nesillerin dini için her türlü zorluğa sabretme hareketidir.
Hicret zalimin zulmünden Allah’ın adaletli kullarına sığınma hareketidir. Zalime karşı güç kazanma hareketidir. Nihayetinde bir diriliş hareketidir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) hicreti "Yerleşik bir kimse için felaketlerin en büyüğü" olarak tavsif etmiştir. Kendisi bizzat bu büyük hadiseyi yaşamıştır. Evini, malını, mülkünü, çoluk çocuğunu geride bırakıp gitmek nedir iyi bilir mübarek… Ve onun ashabı da… Zenginken bir gecede fakir olmayı, şöhretli ve itibarlı iken bir günde kimsenin tanımadığı gariban bir insan olmayı, yatacak yerin, sırtını dayayacak yerin olmamasını…
Bütün bu zorluklar elbette insanları gidip yabancı olmak mı, kalıp boyun eğmek mi arasında bırakır. Ya kalıp zalimin zulmüne boyun eğecektir ya gidip bu zorluklara sabredecek.
Rabbimizin bize yüklediği kulluk vazifesi ise gücün varsa kalıp zalimi alt etmeyi, gücün yok ise gidip yeniden inşa olmayı emrediyor. Tersine hicret etmeyip kâfirin zulmüne boyun eğenleri, işbirliği yapanları, mağdur olmanın arkasına sığınıp kulluğunu unutanları tehdit etmiştir.
اِنَّ الَّذ۪ينَ تَوَفّٰيهُمُ الْمَلٰٓئِكَةُ ظَالِم۪ٓي اَنْفُسِهِمْ قَالُوا ف۪يمَ كُنْتُمْۜ قَالُوا كُنَّا مُسْتَضْعَف۪ينَ فِي الْاَرْضِۜ قَالُٓوا اَلَمْ تَكُنْ اَرْضُ اللّٰهِ وَاسِعَةً فَتُهَاجِرُوا ف۪يهَاۜ فَاُو۬لٰٓئِكَ مَأْوٰيهُمْ جَهَنَّمُۜ وَسَٓاءَتْ مَص۪يراًۙ
Kendilerine zulmetmekteler iken meleklerin canlarını aldığı kimseler var ya; melekler onlara şöyle derler: "Ne durumdaydınız? (Niçin hicret etmediniz?)" Onlar da, "Biz yeryüzünde zayıf ve güçsüz kimselerdik" derler. Melekler, "Allah'ın arzı geniş değil miydi, orada hicret etseydiniz ya!" derler. İşte bunların gidecekleri yer cehennemdir. O ne kötü varış yeridir.
Peki, “Muhacirler” nereye gidecektir? Gidecekleri yerde Rableri onlara nasıl yardım edecektir. Elbette “Ensar” eliyle! Bir yardım edici grup eliye…
Allah (c.c.) müminleri birbirine yardımcı kılmıştır. Müminler bir duvarın tuğlaları, bir vücudun organları gibidirler. Öz evladına, öz kardeşine nasıl kıyamazsa insan din kardeşine de öyle kıyamaz.
Efendimiz (s.a.v.) ve ona ilk inanan Müminler Mekke’den çıkıp da Medine’ye hicret ettikleri zaman onlara Ensar kucak açmıştı. Evlerini paylaşan, yatağını yorganını, yiyeceğini içeceğini paylaşan, pazarda dükkânını paylaşan bir Ensar. Efendimiz (s.a.v.) ile evini paylaşma şerefine nail olmuştu, ebu Eyyub el-Ensari hazretleri.
Yüce Rabbimiz Muhacirleri bağrına basmayı emretmiş ve Ensarı övmüştü:
اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَهَاجَرُوا وَجَاهَدُوا بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَالَّذ۪ينَ اٰوَوْا وَنَصَرُٓوا اُو۬لٰٓئِكَ بَعْضُهُمْ اَوْلِيَٓاءُ بَعْضٍۜ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَلَمْ
وَالَّذ۪ينَ اٰوَوْا وَنَصَرُٓوا اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُؤْمِنُونَ حَقاًّۜ لَهُمْ مَغْفِرَةٌ وَرِزْقٌ كَر۪يمٌ
“Bir kısımları da onları barındırıp yer, yurt sahibi yaptılar ve yardıma koştular, işte bunlar hakkıyla mümin olanlardır. Bunlara bir mağfiret ve cömertçe bir rızık vardır.” (Enfal,74)

وَالسَّابِقُونَ الْاَوَّلُونَ مِنَ الْمُهَاجِر۪ينَ وَالْاَنْصَارِ وَالَّذ۪ينَ اتَّبَعُوهُمْ بِاِحْسَانٍۙ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ وَاَعَدَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْر۪ي تَحْتَهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَٓا اَبَداًۜ ذٰلِكَ الْفَوْزُ الْعَظ۪يمُ
“Muhacir ve Ensar'dan İslâm'a ilk önce girenlerin başta gelenleri ve iyi amellerle onların ardınca gidenler var ya, işte Allah onlardan razı oldu, onlar da Allah'tan razı oldular ve onlara, altlarında ırmaklar akan cennetler hazırladı ki, içlerinde ebedi kalacaklar. İşte büyük ve muhteşem kurtuluş budur.” (Tevbe, 100)
Yüce Rabbimiz bir kısım Müslümanları hicret ile imtihan ederken bir kısmını da Ensar olup olamamakla imtihan etmektedir. Rabbim bizim milletimize Ensar olmak şerefini bahşetmiştir. Geçmişte ecdadımız bu topraklara göç edip geldikleri gibi yeni göç edenlere nasıl Ensar oldularsa bugün bizler de Ensar olma fırsatını yakaladık.

Rabbim hicret eden Müslüman kardeşlerimize sabır, bizlere de sonunda cennet vaat edilen bu yüce görevi hakkıyla yerine getirmek naip eylesin.

Gülsüm Sezen
26.10.2016 

17 Ekim 2016 Pazartesi

KUL OLMAK

RABBİMİZİN BİZDEN İSTEDİĞİ KULLUK ÇOK BOYUTLUDUR. HAYATIMIZIN BİR KISMINDA ZAMAN AYIRDIĞIMIZ BİR ETKİNLİK DEĞİL HAYATIMIZIN VARLIĞIMIZIN TA KENDİSİDİR

16 Ekim 2016 Pazar

NİYET NE İSE



Allah u zülcelal Hazretlerinin hicreti emrettiği, Ashab-ı Kiram’ın yavaş yavaş Medine’ye hicret ettiği günlerdi. Herkes malını mülkünü evini geride bırakıp Medine’ye hicret ediyordu. Öyle zor günlerdi ki, bazıları ailelerini bile bırakmak zorunda kalıyorlardı. Hatta Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bile ailesini evini Hz. Ali Efendimiz’e emanet ederek yola çıkmıştı. Ancak dini mübini İslam’ın nuru Medine topraklarında parlamalı ve oradan bütün cihana yayılmalıydı.
İşte bu zor günlerde bir müşrik, Ümmü Kays (r.a.) ile evlenmek istedi. Bu mübarek hanım Medine’ye hicret etmek istiyordu. Adama “Müslüman olup benimle beraber hicret edersen seninle evlenirim,” demişti. Neticede hicret edip evlenmişler ve adam ashab olma şerefine nail olmuştu.
Ancak yeni Müslüman olan bu adamın durumu Ashabın arasında latife konusu olmuş, ona Muhaciru Ümmü Kays demeye başlamışlardı. Olay bir şekilde Efendimiz (s.a.v.)’e intikal edince şöyle buyurdular:
“Ameller niyetlere göredir. Kişiye niyeti vardır. Kim Allah ve Resulüne hicret etmişse Allah ve Resulüne kavuşmuştur. Kim dünya için hicret etmişse ona kavuşmuştur. Veya kim bir kadın için hicret etmişse onunla evlenmiştir. Kim neye niyet ederse ona hicret eder.” (Buhari, Bed’ü’l-vahyil, İman, 41; Nikâh, 5) 
Kâinatta her şey bir niyetin eseri olduğu gibi, insanın fiilleri de bir niyetin eseridir. Bir fiilin varlık âleminde görülmesi için önce o fiilin insanın gönlünde filizlenmesi gerekir. İş gönülde tasarlanır, fikredilir, bir karara bağlanır, irade ve azmedilir, en son da yapılır.
Niyet, insanın neyi niçin yapacağına, neye yöneldiğine, ne beklediğine dair bir şuur halidir. Niyet ilk olarak gönüle gelen bir arzu, istek, bir yöneliştir. Niyet hem amaç hem beklenti hem yöneliş olduğundan yapılan işin sonucu da niyete göre belirlenir.
Gönülde beliren niyet, aklen alınan karardan öncedir. İşin kıymeti, nedeni, nasılı düşünüldüğünde dahi o işten ne beklendiği önce gönülde belirir. İşin sonunda elde edilen kazanç da tamamen niyete uygundur. Niyet çekirdek, fiil ağaç kabul edilse, sonuç da o çekirdekten zuhur eden meyvedir. 
Diyelim ki, bir trene onlarca insan biner ama her birinin niyeti farklıdır. Her biri farlı bir yerde inecektir. Kimi şu iş kimi bu iş için binmiştir. Trene binerken niyeti ne ise sonuçta o işi yapar. Hatta aynı istasyonda inen her kişinin de farklı niyetleri vardır. Bundan dolayı trene binmekten dolayı bu insanlar bir kazanç elde etmezler. Kazançları niyetlerinde amaçladıkları işi yaptıklarında beklentileri karşılandığında ortaya çıkacaktır. Trene aynı istasyondan binip aynı istasyonda inen iki kişiden birisi ticaret için gidiyordur ve para kazanır; bir diğeri sevgilisiyle buluşacaktır o da onunla geçirdiği zamanı kazanır. Velev ki, bu kişiler yola çıkarken bu niyetlerini başka bir şeyle örtmüş olsunlar.
Hadisi Şerif’te ifade edilen “Kişiye niyeti vardır,” ifadesi tam da bunu anlatır. Pazara gidiyorum diyerek evden çıkan, pazara çalmak niyetiyle de gidiyor olabilir, fukaraya yardım için de gidiyor olabilir, dost aramak için de… Bu niyetlerin her biri pazara gitmek fiilinin arkasında gizlenmiştir. 
Niyet gönüllerde gizlidir. Biz kalbimizde gizli olan niyeti zahirdeki bir fiille örteriz. Niyetimizi kimse bilmez. Bunu ancak Allah bilir. “Gizleseniz de açıklasanız da Allah kalplerinizde olanı bilir.” (Ali İmran, 29) buyrulmuştur. İmanın da paranın da kim de olduğu bilinmez denilmez mi?
Biz müminler de iman etmişiz ki, amellerimizin sonucu kalplerimizde gizli olan niyete göredir. İnsan kırk yıl başını secdeden kaldırmasa gözümüzün önünde, kalbinde iman yoksa ahirette hiç nasibi yoktur. Eğer dünyada bir beklentisi varsa, birilerine yaranacaksa, ticareti bol olacaksa veya başka bir isteği varsa sadece onu elde eder. Allah (c.c.) buyurur ki, “Kim Ahiret kazancını istiyorsa onun kazancını çoğaltırız. Dünya kazancını isteyene de dünyalık veririz. Onun ahirette bir nasibi olmaz” (Şura, 20)
Kişinin niyetine göre dünyayı, kendini, varlığı anlamlandırır. Niyeti onun bütün yaşamını, gayesini, dünya hayatından beklentisini belirler. 
Mümin kişi Allah’ın rızasını kazanmayı, cenneti arzulayıp cehenneme düşmekten korkar. Hayatını bu niyetine göre tanzim eder. Şahsiyeti de buna uygun olarak şekillenir. Artık onun adi basit fiilleri dahi ibadete dönüşür. 
Yoldan geçen bir ihtiyarcık düşmesin diye taşı kaldırıveren sadaka sevabı kazanırken, bir bakarsınız ki Hz. Ali Efendimizin uykusu cihad oluverir. “Bu gece teheccüde kalkmadın, ne çok uyudun,” diyenlere “Bu gün düşmanla cenk günüdür. Kâfirin karşısında güçlü olmak için uyudum,” buyururlar.
Müminin yemesi içmesi, ailesine hizmeti, arkadaşıyla sohbeti, ticareti dahi ibadet oluverir. Efendimiz (s.a.v.) “Benim yaşamam da ölmem de gülmem de ağlamam da hep Allah içindir,” buyurmaz mı?
İmanı olmayan, dünyaya yahut benliğine tapan, ahireti tanımaya insanlar için, ibadetler dahi günaha girmeye vesile olur.
Namazı kılmamak günah iken ayıplanmak korkusuyla kılmamak şirk olur maazallah. O kişi insanların takdirini elde edeyim derken, imanı bozulur.
Hac ibadeti mümini cümle günahlarından arındıracak bir ibadet iken haccı ticaret, mevki, şöhret vb… niyetlerle yapılırsa, kişi bunlara kavuşsa da imanı tehlikeye düşer.
Fahri Kâinat Efendimiz (s.a.v.)’e “Para ve şöhret için cihad eden biri sevap kazanır mı?” diye sorduklarında; “Hayır hiçbir şey kazanmaz” derler. Bu soru kendisine üç defa sorulunca Mübarek “Allah (c.c.) yalnız kendisi için yapılan ibadetleri kabul eder. Başkasını değil!”buyururlar. (Nesai, Cihad, 24)
Yüce Rabbim! Yaptığımız işleri kalbimizdeki niyetlere göre değerlendirir. Kalp nazargah-ı İlahidir. Orada ne olduğunu bilen O’dur. Ondan bir şey gizlenmez. O kuluna kalbinde bulduklarına göre muamaele eder. Efendimiz (s.a.v.) de bu konuda “Allah sizin bedenlerinize ve yüzlerinize bakmaz, kalblerinize bakar.” (Riyazusssalihin-5) buyurmuştur.        
Rabbimizin kalplerimizde bulduğu, samimi bir iman, azap korkusu, rahmet ümidi ve kulluk iştiyakı ola.
Gülsüm Sezen
Nisan 2016

10 Ekim 2016 Pazartesi

NERDEN GELDİK KERBELA’YA


“Kerbela bir kanlı kuyudur ki,
Cihad için, zalime dur demek için yola çıkmış,
Gülzar-ı Resul’ün çiçeğini yutmuştur.
Ol Hüseyin ki Muhammed’in torunu,
O’nun Zehra’sı, Fatıma’nın, Allah'ın Aslanı Ali’nin incisidir.

10 Muharrem bütün bir peygamberler tarihinde hep güzel olaylar ve bayram olarak anılagelmiştir. Hz. Nuh’un gemisinin kurtuluşu, Hz. Musa’nın Firavun’un elinden kurtuluşu gibi… Ta ki, Kerbela’da Hüseyin Efendimiz (s.a.v.) şehit edilinceye kadar.
Hüseyin Efendimiz (r.a.), Efendimiz (s.a.v.) gözbebeği, Fatıma anamızın ve Ali Efendimizin (r.a.) yavrusuydu. Hz. Hasan’ın küçüğü, Zeynep, Muhsin ve Ümmü Gülsüm’ün büyüğü. İsimlerini bizzat Efendimiz (s.a.v.) vermişti. Hasan; güzel, Hüseyin; güzelcik…
Resulullah (s.a.v.) Efendimiz “Ben bu yavrularımı çok seviyorum. Siz de sevin. Onları seveni Allah sevsin,” (Tirmizî, Menâkıb, 31) buyurmuştu. Vefatından hemen önce “Ben aranızdan ayrıldıktan sonra ehli beytimi (ev halkımı ve neslimi) size emanet ediyorum,” buyurarak kızını ve torunlarını ashabına emanet etmişti.
Oysa vefatından 28 yıl sonra oğlu gibi gördüğü Hz. Ali, bir on yıl sonra sevgili torunu Hz. Hasan ve bir on yıl kadar sonra Hicretin 61. Yılında Hz. Hüseyin şehit edildi. Efendimiz (s.a.v.)’in gözünün nuru torunları politik ihtirasların kurbanı oldular. Neyse ki, Fatıma annemiz çok yaşamadı da bu günleri görmedi.
Efendimiz (s.a.v.)’in işaret buyurdukları gibi şeytan kıbleye yönelen Müslümandan ümidini kesmiştir ama onları birbirine düşürmekten ümidi vardır. Nitekim Efendimiz (s.a.v.) bu öngörüsü gecikmemiştir.
Emevi sülalesinden Ebu Süfyan Mekke’nin fethine kadar, şehrin hâkimiydi. Oğlu Muaviye bunun için Hz. Ali Efendimizle (r.a.) savaşmıştı. Ali Efendimiz (r.a.) kan dökülmesin diye halifeliği ona bırakmasına rağmen Kufe’den sağ çıkmamıştı. Hasan Efendimiz de halk kendisine biat etmesine rağmen Muaviye ile karşı karşıya gelince kan dökülmesin diye halifeliği ona bırakmıştı.
Seçilerek değil de zor kullanarak idareyi elinde tutan Muaviye çok akıllı ve güçlü biriydi. Vefatından hemen önce oğlu Yezid’i vasiyetle halife ilan ettirmesi hoş karşılanmadı. Babadan oğula geçen saltanat tarzı daha önce Bizans ve Sasanilerde görülmüştü. Sahabenin sünneti halifeyi seçmek şeklindeydi. Ayrıca Yezid’in yaşam tarzı hakkında olumsuz rivayetler vardı.
Bir iktidar sahibinin hâkimiyeti ele alınca yapacağı ilk iş rakiplerini ortadan kaldırmaktır. Doğal olarak Yezid de bunu yapacaktı. Onun en çok çekineceği kim olabilir? Abdullah b. Zübeyr, Abdullah b. Ömer, Abdurrahman b. Ebi Bekr gibi sahabenin hilafete layık olan büyükleri ve elbette en başta Hüseyin Efendimiz (r.a.)… Halk Yezid’i zaten sevmezdi ve Hz. Hüseyin dururken ona kim teveccüh edecekti.
Dolayısıyla Yezid halifeliğini ilan edince ilk işi Medine valisi Velid b. Utbe b. Ebi Süfyan’a mektup yazıp Hz. Hüseyin ve Abdullah b. Zübeyr’in biatını istemek oldu. Aksi takdirde boyunlarını vurun emrini verdi. Hz. Hüseyin (r.a.) bunu kabul etmeyecekti. Ailesini alıp Mekke’ye geçti. Mekke valisi onu himaye etti. Ancak Yezid, Mekke valisini görevden aldı ve yerine başkasını atadı. Hz. Hüseyin’in üzerine ordu göndermeye niyetlendi. Onu rahat bırakmayacaktı. 
Yezid’e biat ediverse ne olurdu?
Bu noktada Hüseyin Efendimiz (r.a.)’e iki seçenek kalmıştı. Ya biat edecekti ki bir peygamber evladı ümmetin gözü önünde, zorba, zalim, haksız birine biat etmezdi. Ya da Yezid’in karşısına çıkacaktı. Çünkü haksızlık karşısında susacak tabiatta biri değildi. Şartlar ikinci seçeneğe uygun görünüyordu.
Hz. Hüseyin (r.a.)’in Kufe’ye gidişi iktidarı ele geçirmek içinmiş gibi algılanmamalıdır. Oysa iktidar onu rahat bırakmamakta, halka da zulmetmektedir. Kendisini Mekke’de kalması için ikna etmeye çalışan kardeşi Muhammed Elhanefiyye’ye “Ben azgınlık, fesat ve zulüm için gitmiyorum. Ümmeti ıslah etmek, iyiliği emretmek ve kötülükten nehy etmek için gidiyorum,” buyurmuştur.
Mekke’de halifeliğini ilan edebilirdi.
Hüseyin Efendimiz (r.a.) Mekke’de halifeliğini ilan edebilirdi. Halk zaten ona biat derdi. Ancak o bunu yapmadı. Onun samimiyeti buradan anlaşılabilir. Belki de kendisine biatlerini bildiren ve onu çağıran Kufe halkına inanmayı seçti. Kendisini Mekke’de kalması için ikna etmeye çalışanlara “Yezid eninde sonunda ordusuyla gelecek. Harem-i Şerif’te kan dökülmesini istemiyorum,” buyurmuştur.
Neticede gelinen nokta Kufe’ye 79 km. Bağdat’a 100 km. uzaklıktaki Kerbela kuyuları… Bütün ehl ü iyalini toplayıp yola çıkan Hüseyin Efendimiz (s.a.v.)’in hazin sonu… Ümmetin birlik beraberliğine vurulmuş bir hançer… Hala acıtan,  can yakan, asırlarca iyileşmeyen derin bir yara… Bu coğrafyada hiç dinmeyen kan ve gözyaşı…
10 Muharrem 1430 – 11 Ekim 2016
Gülsüm Sezen


9 Ekim 2016 Pazar

MUHARREM AYI VE AŞURE


Muharrem ayının ayrıcalığı:
 “Haram aylar” hürmet edilmesi gereken, savaş yapılması ve kan dökülmesi yasak olan kameri aylardır. “Şüphesiz, Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı günkü yazısında, Allah katında ayların sayısı on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. İşte bu, Allah’ın dosdoğru kanunudur. Öyleyse o aylarda kendinize zulmetmeyiniz.” (Tevbe, 36) ayetinde işaret edilen Haram aylar Muharrem, Recep, Zilhiccedir. “Muharrem” zaten hürmet edilen demektir.
Hz. İbrahim ve İsmail (a.s.) zamanından beri bu aylara riayet edilmiş, haram aylarda savaş yapılmamış, yılın bu dönemi hac, barış ve bereket zamanı olmuştur.
Haram ayların ilki Muharrem İslam tarihi boyunca acı tatlı birçok olaya şahitlik etmiştir. Hicretin takvim başlangıcı olarak kabul edilmesi ise Hz. Ömer (r.a.) zamanında olmuştur. Peygamberimiz (s.a.v.)’in Mekke’den Medine’ye hicret ettiği yıl (622) İslami takvimin başlangıç yılı “Hicri 1” Muharrem ayı da takvimin ilk ayı olarak kabul edilmiştir. Bu başlı başına işlenmesi gereken ayrı bir konudur.
10 Muharrem Aşure
Bilindiği üzere Hz. Peygamber (s.a.v.) Medine’ye hicret ettiğinde orada Arap halkla birlikte yaşayan Yahudiler, Hz. Musa ile İsrailoğullarının Firavun’un zulmünden kurtuluş günü diye bildikleri Aşure günü oruç tutmaktaydılar.
Efendimiz (s.a.v.) bunu yalanlamamış aksine Müslümanlara bu günlerde orucu emretmiştir. İbn Abbas’ın rivayetine göre Hz. Peygamber, “Ben Musa’ya sizden daha layığım” buyurdu ve hem kendisi bu günde oruç tuttu, hem de başkalarına oruç tutmalarını emretti.
Hatta bunu teşvik etti.“Aşure gününün orucunun, bir önceki yılın günahlarına keffaret olmasını Allah’tan umarım. (Tirmizî, Savm, 48)
Aşure gününün oruç tutulması uygulaması, Ramazan orucunun farz kılınmasına kadar devam etti. Ancak Hz. Peygamber yalnızca Aşure günü değil, Muharremin “9-10-11” günlerinde oruç tutulması tavsiye edilmiştir. (Süneni Ebî Dâvud, Savmi Yevmi Aşure)
Aşure:
Aşure hem onuncu hem aş pişirmek demektir. Muharrem ayının faziletine binaen, hediyeleşmek, sadaka vermek, mescitleri ziyaret etmek ve kurban kesmek gibi sevaplı işler yapılması bizim milletimizin örfü haline gelmiştir.
Aşure aynı zamanda Muharremin onuncu günü başlamak üzere, daha sonraki günlerde de özel merasimle pişirilip dağıtılan tatlıya isim olmuş ve sosyal dayanışmaya önemli katkılarda bulunmuştur. Çok eskiden beri devam eden aşure aşı, Osmanlılar döneminde sarayda da pişirilmiş, “aşure testisi” adı verilen özel kaplarla da saray dairelerine ve halka birkaç gün süreyle dağıtılmıştır.
Rivayete göre, Hz. Nuh’un gemisi Tufan’dan kurtulup Cudi dağına Aşure günü oturmuştur. Bilindiği üzere Hz. Nuh Allah’ın emri üzerine kendine inananları yaptığı bir gemiye bindirmiş, tufan gerçekleşince, inanmayanlar suda boğularak helak olmuşlardı.
O gün Hz. Nuh gemide kalan son yiyecekleri kazana doldurup kaynatarak bir yemek yapmıştı. Onuncu gün olduğu için on çeşit yiyecek katılması gerekir denilir. Aslında bu aşa evde ne varsa o katılır.
Anadolu’da tasavvuf geleneği ile yaygınlaşan âdete göre 12 imama hürmeten 12 çeşit yiyecek katılır. Alevi kardeşlerimiz Aşureyi Hz. Hüseyin Efendimiz’in (r.a.) nisbetle tatsız ve tuzsuz yaparlar
Aşure gününde İslam Tarihi boyunca acı tatlı birçok önemli olaylar vuku bulmuştur.
Hz. Âdem’in tövbesinin kabul edilmesi, Hz. İbrahim’in Nemrut’un ateşinden kurtulması, Hz.Yakub’un oğlu Yusuf’a kavuşması, Hz. Musa ve İsrail oğullarının Firavun’un zulmünden kurtulmaları, Hz. Nuhun gemisinin kurtuluşu,10 Muharrem (Aşure) günü gerçekleştiği rivayet edilen olaylar arasındadır.
Bizim için çok çok acı olan şey ise Emevilerin ikinci hükümdarı Yezid zamanında ve Hicri 61. Miladi 680 yılı Muharrem ayının onuncu Cuma günü Hz. Hüseyin şehadeti ile sona eren Kerbela vakasıdır.
O günden beri on muharrem yas günüdür.  “Haksız yere cana kıymak haram kılınmış, bir insanı öldürmek bütün insanlığı öldürmeye, bir hayatı kurtarmak da tüm insanlığı kurtarmaya denk tutulmuştur.” (Maide, 32) Kaldı ki kıyılan can Efendimiz (s.a.v.)’in gözbebeği torunu Hz. Hüseyin’dir.
Bu konuda ayrıca ele alınmalı ancak şu unutulmamalıdır:
Hz. Hüseyin’in şehadeti politik hırsları için her türlü zulümden kaçınmayanların başlattığı Hz. Peygamber (s.a.v.)’in soyuna yönelik katliam zincirinin bir parçasıdır. Önce Hz. Ali ardından Hz. Hasan Efendilerimiz ve Hz. Hüseyin Efendimiz. İlerleyen yıllarda da dinmeyen bu zulüm yüzünden ümmet şii ve sünni diye ikiye bölünmüştür.
Şii de sünni de onun şehadeti için gözyaşı dökerken 1500 yıl sonra hala politik çıkarlar için kullanılmakta ve ümmetin birliği üzerinde ciddi oyunlar oynanmaktadır.
Bütün bu olanlar bizim için büyük bir acıdır. Bu yüzden Mevlam Aynı acıyı hep birlikte derinden hissettiğimiz bütün Müslüman kardeşlerimizle kardeşlik, birlik ve beraberliğimizi korumak nasip eyleye.
10.10. 2016
Gülsüm Sezen


MUHARREM AYI VE AŞURE


Muharrem ayının ayrıcalığı:
 “Haram aylar” hürmet edilmesi gereken, savaş yapılması ve kan dökülmesi yasak olan kameri aylardır. “Şüphesiz, Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı günkü yazısında, Allah katında ayların sayısı on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. İşte bu, Allah’ın dosdoğru kanunudur. Öyleyse o aylarda kendinize zulmetmeyiniz.” (Tevbe, 36) ayetinde işaret edilen Haram aylar Muharrem, Recep, Zilhiccedir. “Muharrem” zaten hürmet edilen demektir.
Hz. İbrahim ve İsmail (a.s.) zamanından beri bu aylara riayet edilmiş, haram aylarda savaş yapılmamış, yılın bu dönemi hac, barış ve bereket zamanı olmuştur.
Haram ayların ilki Muharrem İslam tarihi boyunca acı tatlı birçok olaya şahitlik etmiştir. Hicretin takvim başlangıcı olarak kabul edilmesi ise Hz. Ömer (r.a.) zamanında olmuştur. Peygamberimiz (s.a.v.)’in Mekke’den Medine’ye hicret ettiği yıl (622) İslami takvimin başlangıç yılı “Hicri 1” Muharrem ayı da takvimin ilk ayı olarak kabul edilmiştir. Bu başlı başına işlenmesi gereken ayrı bir konudur.
10 Muharrem Aşure
Bilindiği üzere Hz. Peygamber (s.a.v.) Medine’ye hicret ettiğinde orada Arap halkla birlikte yaşayan Yahudiler, Hz. Musa ile İsrailoğullarının Firavun’un zulmünden kurtuluş günü diye bildikleri Aşure günü oruç tutmaktaydılar.
Efendimiz (s.a.v.) bunu yalanlamamış aksine Müslümanlara bu günlerde orucu emretmiştir. İbn Abbas’ın rivayetine göre Hz. Peygamber, “Ben Musa’ya sizden daha layığım” buyurdu ve hem kendisi bu günde oruç tuttu, hem de başkalarına oruç tutmalarını emretti.
Hatta bunu teşvik etti.“Aşure gününün orucunun, bir önceki yılın günahlarına keffaret olmasını Allah’tan umarım. (Tirmizî, Savm, 48)
Aşure gününün oruç tutulması uygulaması, Ramazan orucunun farz kılınmasına kadar devam etti. Ancak Hz. Peygamber yalnızca Aşure günü değil, Muharremin “9-10-11” günlerinde oruç tutulması tavsiye edilmiştir. (Süneni Ebî Dâvud, Savmi Yevmi Aşure)
Aşure:
Aşure hem onuncu hem aş pişirmek demektir. Muharrem ayının faziletine binaen, hediyeleşmek, sadaka vermek, mescitleri ziyaret etmek ve kurban kesmek gibi sevaplı işler yapılması bizim milletimizin örfü haline gelmiştir.
Aşure aynı zamanda Muharremin onuncu günü başlamak üzere, daha sonraki günlerde de özel merasimle pişirilip dağıtılan tatlıya isim olmuş ve sosyal dayanışmaya önemli katkılarda bulunmuştur. Çok eskiden beri devam eden aşure aşı, Osmanlılar döneminde sarayda da pişirilmiş, “aşure testisi” adı verilen özel kaplarla da saray dairelerine ve halka birkaç gün süreyle dağıtılmıştır.
Rivayete göre, Hz. Nuh’un gemisi Tufan’dan kurtulup Cudi dağına Aşure günü oturmuştur. Bilindiği üzere Hz. Nuh Allah’ın emri üzerine kendine inananları yaptığı bir gemiye bindirmiş, tufan gerçekleşince, inanmayanlar suda boğularak helak olmuşlardı.
O gün Hz. Nuh gemide kalan son yiyecekleri kazana doldurup kaynatarak bir yemek yapmıştı. Onuncu gün olduğu için on çeşit yiyecek katılması gerekir denilir. Aslında bu aşa evde ne varsa o katılır.
Anadolu’da tasavvuf geleneği ile yaygınlaşan âdete göre 12 imama hürmeten 12 çeşit yiyecek katılır. Alevi kardeşlerimiz Aşureyi Hz. Hüseyin Efendimiz’in (r.a.) nisbetle tatsız ve tuzsuz yaparlar
Aşure gününde İslam Tarihi boyunca acı tatlı birçok önemli olaylar vuku bulmuştur.
Hz. Âdem’in tövbesinin kabul edilmesi, Hz. İbrahim’in Nemrut’un ateşinden kurtulması, Hz.Yakub’un oğlu Yusuf’a kavuşması, Hz. Musa ve İsrail oğullarının Firavun’un zulmünden kurtulmaları, Hz. Nuhun gemisinin kurtuluşu,10 Muharrem (Aşure) günü gerçekleştiği rivayet edilen olaylar arasındadır.
Bizim için çok çok acı olan şey ise Emevilerin ikinci hükümdarı Yezid zamanında ve Hicri 61. Miladi 680 yılı Muharrem ayının onuncu Cuma günü Hz. Hüseyin şehadeti ile sona eren Kerbela vakasıdır.
O günden beri on muharrem yas günüdür.  “Haksız yere cana kıymak haram kılınmış, bir insanı öldürmek bütün insanlığı öldürmeye, bir hayatı kurtarmak da tüm insanlığı kurtarmaya denk tutulmuştur.” (Maide, 32) Kaldı ki kıyılan can Efendimiz (s.a.v.)’in gözbebeği torunu Hz. Hüseyin’dir.
Bu konuda ayrıca ele alınmalı ancak şu unutulmamalıdır:
Hz. Hüseyin’in şehadeti politik hırsları için her türlü zulümden kaçınmayanların başlattığı Hz. Peygamber (s.a.v.)’in soyuna yönelik katliam zincirinin bir parçasıdır. Önce Hz. Ali ardından Hz. Hasan Efendilerimiz ve Hz. Hüseyin Efendimiz. İlerleyen yıllarda da dinmeyen bu zulüm yüzünden ümmet şii ve sünni diye ikiye bölünmüştür.
Şii de sünni de onun şehadeti için gözyaşı dökerken 1500 yıl sonra hala politik çıkarlar için kullanılmakta ve ümmetin birliği üzerinde ciddi oyunlar oynanmaktadır.
Bütün bu olanlar bizim için büyük bir acıdır. Bu yüzden Mevlam Aynı acıyı hep birlikte derinden hissettiğimiz bütün Müslüman kardeşlerimizle kardeşlik, birlik ve beraberliğimizi korumak nasip eyleye.



25 Eylül 2016 Pazar

HİÇ BİLENLERLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?



قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الَّذِينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذِين لَا يَعْلَمُونَ إِنَّمَا يَتَذَكَّرُ أُوْلُوا الْأَلْبَابِ َ
“De ki: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” Ancak akıl sahipleri öğüt alırlar.”  (Zümer, 39/9)
İlimden asıl maksat Allah’ı bilmektir ki ilim sadece akıl sahibi olan insana teklif edilmiştir. Aklını imani bilginin emrine veren kişiye âlim denir. Alim marifetullah sahibidir. Marifetullah, Allah’ı bilmek ise O’na kullukla beraber gelen bir süreçtir.
Kul Rabbinin varlığını birliğini, O’ndan başka bir güç olmadığını bilir ve O’na ibadet eder. İbadet ettikçe kitabi bir bilgiyle değil, Vehbi bir bilgiyle yani O’na yakınlaşmış olmak şuuruyla marifetullaha erişir.
Marifetullah’a ulaşan kul iyi ve kötü zamanlarının O’ndan gelen bir imtihan olduğunun şuuruyla şükür ve sabır eyler. Neticede kullara ve eşyaya kulluktan kurtulup zamana ve mekâna hapsolmaktan çıkıp Rabbini tanır. İşte gerçek ilim, işte Hakikat…
Zaten ayetin baş tarafının meali şöyledir: “İnsanın başına bir sıkıntı geldi mi Rabbine yönelip O’na yalvarır. Sonra Rabbi katından ona bir nimet verilince daha önce yalvardığını unutarak yolundan saptırmak için Allah’a eşler koşmaya kalkar. Deki ona: İnkârcı tutumunla biraz eğlen dur bakalım. Gerçek şu ki sen ateşi boylayacaksın. Şimdi bu adam mı yoksa ahiret kaygısıyla, Rabbinin rahmetine nail olma ümidiyle gece vakitlerinde secde ederek, ayakta durarak, kendini ibadete veren kişi mi daha iyi? Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?
İman ilimle beraber gelen bir husustur. Allah’ın varlığı ve birliği ile ilgili hissiyat bizim ruhumuzda var olmakla beraber Yüce Rabbimiz merhametinden dolayı peygamberler ve kitaplar göndererek bize kendisini tanıtmıştır. Ayrıca O’na nasıl kulluk edeceğimizi ve yeryüzünde nasıl bir düzenle yaşayacağımızı peygamberleri vasıtasıyla bize bildirmiştir. Bu bilgiye inanan Rabbini tanımış ve iman etmiştir.
Oysa ruhundaki ilahi bilgiyi küfürle örten inatçı zalimler ne peygamber ne kitap tanımışlardır. Kulluk insanın yapısında fıtratında var olduğu için de bu sefer nefsine, paraya, şöhrete ve şeytana kulluktan kurtulamamışlardır.
Rabbimizin ilimden kastettiği işte bu imani bilgidir. İnsanı her türlü esaretten kurtarıp tevhide ulaştıran, Rabbini tanıtan ilimdir.
İlim sahipleri de ibadetle ve salih amellerle ruhunu Allah’a yakınlaştıran, yaptığı her işin ahirette bir sonucu olduğu şuuruna erişmiş kişilerdir. Bu yüzden ilim sahipleri, âlimler ayeti kerimede “gece boyu secde ve kıyam ile Rabbinin huzurunda duran, ahirette ilahi rahmete erme ümidi taşıyan kimseler olarak tarif edilmiştir.
Yoksa kitapları okuyup okuyup sırtında yük taşıyıp da o bilgi ne ruhuna ne sadrına ne hayatına hiçbir şekilde tesir etmeyen kişiler alim olmak bir yana dünyalık menfaati için Kur’an ayetlerini satan kimselerdir.
Alim odur ki, İlahi bilgiye yani marifetullaha  sahip ola ve huşu ile Rabbinin huzurunda gece secdeye gündüz kıyama dura. Gece ibadetle ve dua ile meşgul olurken, gündüz Allah’ın yeryüzünde murad ettiği Hakkaniyeti tesis ede. Adalet, sabır ve şükür ile kaim ola…
Gülsüm Sezen
25.09.2016




 


23 Eylül 2016 Cuma

HZ. MERYEM





Yüce Rabbimiz, hidayet rehberi kitabında, peygamberlerin ve salih kimselerin hayatlarından örnekler vermesi, Kur’an ahlakını içselleştirmemiz ve hayatımıza yansıtmamız içindir.
 “Andolsun, size açıklayıcı ayetler, sizden önce gelip geçenlerden bir örnek ve takva sahipleri için bir öğüt indirdik.”[1]
Hz. Meryem kadın, erkek her birimizin örnek alması gereken eşsiz bir şahsiyettir. Zira o bizzat Rabbi tarafından övgüye mazhar olmuştur.  
“Ki o kendi ırzını korumuştu. Böylece biz ona ruhumuzdan üfledik. O da Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını tasdik etti. O Rabbine gönülden bağlı olanlardandı.”[2]
Meryem’in kelime anlamı “dindar kadın”dır. Kimdir Hz. Meryem? Nasıl yaşamıştır? Bize kadar gelen ışığının kaynağı nedir?
Hz. Meryem Davut (a.s.)’ın soyundan gelen İmran’ın kızıdır.[3] Onun hayatındaki mucizeler annesinin duasıyla başlamıştır. İmran’ın hanımı Hanne kısırdır. Bir gün bir ağacın gölgesinde otururken yavrusunu doyurmaya çalışan bir kuş görünce içindeki çocuk sahibi olma duygusu alevlenir.[4] Allah’a kendisine bir çocuk ihsan etmesi için dua eder ve çocuğu Beytü’l-Makdis’e hizmet etmesi için büyüteceğine dair adak adar.[5] Bu sırada çocuğun kız olacağı hiç aklına gelmemiştir. Zira o dönemlerde sadece erkekler manastırda eğitim almakta ve Allah’ın dinine hizmette bulunmaktadırlar. Bu sebeple Meryem (a.s.) dünyaya geldiği zaman annesi üzülse de Allah (c.c.) adağını kabul etmiştir. [6]
Böylece Hz. Meryem'le beraber kadınların eğitim almaları ve dini Mübin’i İslam’a hizmet etmeleri konusunda bir çığır açılmıştır. Bu gün hanımların iyi eğitilmiş olmalarının önemi herkes tarafından bilinmekle beraber nasıl bir eğitim olacağı muammadır. Bu sorunun cevabı Hz. Meryem’in hayatında cevabını bulur. Onun aldığı eğitim saf bir iman ve takva ile yoğrulmuştur. Böylece ilmi onu Rabbine yaklaştırmış, kulluğunu kullara hizmetle tamamlamıştır.
Hz. Meryem eğitimini bizzat Hz. Zekeriya (a.s.)’dan almıştır. Bu da ilahi kaynaklı bir ilme sahip olduğunu gösterir. Demek ki bizlere düşen de hangi ilmi öğrenirsek öğrenelim onu, ilahi kaynağımız Kuran ve sünnet ölçülerine göre değerlendirmek ve içselleştirmek olacaktır.
Hz. Meryem, Rabbinin mucizelerine mazhar olmuş, kendisine yetiştirmesi için büyük bir vazifenin sahibi olan bir evlat verilmiştir.[7] O güçlü imanı sayesinde, başına gelen her zorluğu yenmiş, evladına hem büyürken hem peygamberliği sırasında hizmet etmiştir. Çok açıktır ki, büyük şahsiyet sahibi annelerin evlatları da büyük olmaktadır.
Büyük imtihanlara uğrayacağı mucizelere mazhar olmasından anlaşılmaktadır. Allah’ın ona melekleri vasıtası ile kış ve yaz meyveleri ikram etmesi,[8] bir baba olamadan çocuk doğurması,[9] Hz. Âdem’den sonra yeryüzünde yeni bir yapılanmanın meydana geleceğini işaret etmektedir,[10]
İnsanların gözünde kötü duruma düşen Hz. Meryem,[11] büyük bir değişime gebedir. O Efendimiz (s.a.v.)’in yeryüzüne teşrifini müjdeleyecek, insanlığı küfrün karanlığından kurtaracak olan İsa Mesih’e gebedir. Zira her şey Allah’ın “Ol!” demesiyle olmaktadır.[12]
Ben Allah’ın kuluyum diyen kimse büyük imtihanlara hazır olmalıdır. Yalanlara iftiralara uğramaya, küçümsenmeye, hor görülmeye, yalnızlığa sabredebilmeli, Rabbine tevekkül ve rıza ile sarsılmaz bir iman ile yoluna devam edebilmelidir. Zira Allah Teâlâ güçlü olanların değil, seçilmiş kullarının yanındadır. İşte Hz. Meryem bu durumun en güzel örneklerinden biridir.
Allah’ın mucizeleri insanoğluna ilham kaynağı olmuştur. Bu yüzden en ümitsiz durumlarda dahi Rabbimizden gelen bir mucizenin gerçekleşmesi mümkündür. Hz. Meryem’in annesinin kısır olduğu sırada içten duası sebebiyle Hz. Meryem gibi bir evlatla ödüllendirilmiştir. Hz. Zekeriyya’nın ihtiyar yaşında Hz. Meryem ve Oğlu Mesih’e kol kanat gerecek olan Yahya (a.s.) ile sevindirilmiştir. Allah sebep olmadan bir çocuğu yaratmıştır. O’nun sebeplere ihtiyacı yoktur çünkü. Bütün bu mucizeler, en çaresiz durumlarda dahi iman sahipleri için ümitlerin tükenmeyeceğine apaçık bir delildir.
İnsanlar Hz. Meryem’e bahşedilen mucizeden ilham alarak, kısırlığa çare aramışlardır. Bu, kavli duanın yanı sıra mutlaka ihmal edilmemesi gereken fiili duadır. Demek ki müminler zor durumlardan çıkmak için, içten içe isyan ederek tahammülü, tevekkül adı altında tembelliği bir kenara bırakıp vesilelere başvurarak çalışıp gayret etmeli, Allah’a sığınmalıdırlar.
Hz. Meryem, sarsılmaz imanı, ilmi, iffeti, takvası, güzel ahlakı, sabrı, tevekkülü, bitmek tükenmek bilmeyen azmi, cihadı ve ümmeti irşadı ile her bakımdan örnek bir şahsiyettir. Onun yaşamı bizlere kullukta, cihatta, irşatta kadın ve erkek arasında bir fark olmadığını işaret etmektedir. O kadınlara has özel durumlarla baş etmenin, annelik vazifesinin yanı sıra Allah’ın kullarına hizmet etmenin en güzel örneğidir. 
Hz. Meryem’in kıssası bizlere, en zor durumlarda, en zor şartlarda dimdik duranların, Allah’ın ve onun peygamberinin çizgisinden bir an ayrılmayanların büyük lütuflara mazhar olacağını müjdelemektedir. Rabbim bu dünyada onu örnek almayı, ahirette yakınlığını ve şefaatini nasip eylesin.
 
              Gülsüm Sezen

               
 Not: Bu yazı Zehra dergisinde yayınlanmıştır.





[1] Nur, 34
[2] Tahrim, 12
[3]  İbnü’l-Esir, el-Kamil fi’t-Tarih, Beyrut 1979, 1.298
[4] Al-i İmran3/30
[5] Al-i İmran 3 -35
[6] Al-i İmran, 36
[7] Al-i İmran, 45,46

[8] Al-i İmran 3 -37
[9] Meryem, 16-34
[10] Al-i İmran, 59
[11] Meryem,32
[12] Al-i İmran, 47