1970'te doğdu, talebelik, öğretmenlik, vaizlik, yazmak, en önemlisi annelik bütün hayatı

9 Mayıs 2022 Pazartesi

NİYET NE İSE


 1. HADİS

عن أمير المؤمنين أبي حفص عمر بن الخطاب رضي الله عنه ، قال : سمعت رسول الله صلى الله عليه وسلم يقول
إنما الأعمال بالنيات وإنما لكل امرئ ما نوى . فمن كانت هجرته إلى الله ورسوله فهجرته إلى الله ورسوله
ومن كانت هجرته لدنيا يصيبها أو امرأة ينكحها فهجرته إلى ما هاجر إليه
رواه إمام المحد ثين أبو عبد الله محمد بن إسماعيل بن ابراهيم بن المغيره بن برد زبه البخاري الجعفي، وابو الحسين مسلم بن الحجاج بن مسلم القشيري النيسابوري رضي الله عنهما في صحيحيهما اللذين هما أصح الكتب المصنفه
 
Emirü’l-Mü’minin Ebu Hafs Ömer b. Hattap (ra)’den şöyle demiştir:
"Rasulullah (sav)’dan işittim, şöyle buyuruyordu:
Ameller niyetlere göredir. Herkese ancak niyet ettiği vardır. Kimin hicreti Allah’a
ve Rasulüne ise onun hicreti Allah’a Rasulunedir. Kimin hicreti dünyalık içinse onu alır veya nikah yapacağı bir kadına ise onu nikahlar."
Bu hadis: Her biri hadisçilerin imamı olan Ebu Abdullah Muhammed b. İsmail b.
İbrahim b. Muğıre, Berdizbe el-Buhari el cu'fi ile Ebul Hüseyin Müslim b. Haccac el
Kuseyri en-Neysaburi Musannef kitanplarının en sahihi olan sahihlerinden rivayet
Ettiler

Allah u zülcelal Hazretlerinin hicreti emrettiği, Ashab-ı Kiram’ın yavaş yavaş Medine’ye hicret ettiği günlerdi. Herkes malını mülkünü evini geride bırakıp Medine’ye hicret ediyordu. Öyle zor günlerdi ki, bazıları ailelerini bile bırakmak zorunda kalıyorlardı. Hatta Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bile ailesini evini Hz. Ali Efendimiz’e emanet ederek yola çıkmıştı. Ancak dini mübini İslam’ın nuru Medine topraklarında parlamalı ve oradan bütün cihana yayılmalıydı.

İşte bu zor günlerde bir müşrik, Ümmü Kays (r.a.) ile evlenmek istedi. Bu mübarek hanım Medine’ye hicret etmek istiyordu. Adama “Müslüman olup benimle beraber hicret edersen seninle evlenirim,” demişti. Neticede hicret edip evlenmişler ve adam ashab olma şerefine nail olmuştu.
Ancak yeni Müslüman olan bu adamın durumu Ashabın arasında latife konusu olmuş, ona Muhaciru Ümmü Kays demeye başlamışlardı. Olay bir şekilde Efendimiz (s.a.v.)’e intikal edince şöyle buyurdular:
“Ameller niyetlere göredir. Kişiye niyeti vardır. Kim Allah ve Resulüne hicret etmişse Allah ve Resulüne kavuşmuştur. Kim dünya için hicret etmişse ona kavuşmuştur. Veya kim bir kadın için hicret etmişse onunla evlenmiştir. Kim neye niyet ederse ona hicret eder.” (Buhari, Bed’ü’l-vahyil, İman, 41; Nikâh, 5)
Kâinatta her şey bir niyetin eseri olduğu gibi, insanın fiilleri de bir niyetin eseridir. Bir fiilin varlık âleminde görülmesi için önce o fiilin insanın gönlünde filizlenmesi gerekir. İş gönülde tasarlanır, fikredilir, bir karara bağlanır, irade ve azmedilir, en son da yapılır.
Niyet, insanın neyi niçin yapacağına, neye yöneldiğine, ne beklediğine dair bir şuur halidir. Niyet ilk olarak gönüle gelen bir arzu, istek, bir yöneliştir. Niyet hem amaç hem beklenti hem yöneliş olduğundan yapılan işin sonucu da niyete göre belirlenir.
Gönülde beliren niyet, aklen alınan karardan öncedir. İşin kıymeti, nedeni, nasılı düşünüldüğünde dahi o işten ne beklendiği önce gönülde belirir. İşin sonunda elde edilen kazanç da tamamen niyete uygundur. Niyet çekirdek, fiil ağaç kabul edilse, sonuç da o çekirdekten zuhur eden meyvedir.
Diyelim ki, bir trene onlarca insan biner ama her birinin niyeti farklıdır. Her biri farlı bir yerde inecektir. Kimi şu iş kimi bu iş için binmiştir. Trene binerken niyeti ne ise sonuçta o işi yapar. Hatta aynı istasyonda inen her kişinin de farklı niyetleri vardır. Bundan dolayı trene binmekten dolayı bu insanlar bir kazanç elde etmezler. Kazançları niyetlerinde amaçladıkları işi yaptıklarında beklentileri karşılandığında ortaya çıkacaktır. Trene aynı istasyondan binip aynı istasyonda inen iki kişiden birisi ticaret için gidiyordur ve para kazanır; bir diğeri sevgilisiyle buluşacaktır o da onunla geçirdiği zamanı kazanır. Velev ki, bu kişiler yola çıkarken bu niyetlerini başka bir şeyle örtmüş olsunlar.
Hadisi Şerif’te ifade edilen “Kişiye niyeti vardır,” ifadesi tam da bunu anlatır. Pazara gidiyorum diyerek evden çıkan, pazara çalmak niyetiyle de gidiyor olabilir, fukaraya yardım için de gidiyor olabilir, dost aramak için de… Bu niyetlerin her biri pazara gitmek fiilinin arkasında gizlenmiştir.
Niyet gönüllerde gizlidir. Biz kalbimizde gizli olan niyeti zahirdeki bir fiille örteriz. Niyetimizi kimse bilmez. Bunu ancak Allah bilir. “Gizleseniz de açıklasanız da Allah kalplerinizde olanı bilir.” (Ali İmran, 29) buyrulmuştur. İmanın da paranın da kim de olduğu bilinmez denilmez mi?
Biz müminler de iman etmişiz ki, amellerimizin sonucu kalplerimizde gizli olan niyete göredir. İnsan kırk yıl başını secdeden kaldırmasa gözümüzün önünde, kalbinde iman yoksa ahirette hiç nasibi yoktur. Eğer dünyada bir beklentisi varsa, birilerine yaranacaksa, ticareti bol olacaksa veya başka bir isteği varsa sadece onu elde eder. Allah (c.c.) buyurur ki, “Kim Ahiret kazancını istiyorsa onun kazancını çoğaltırız. Dünya kazancını isteyene de dünyalık veririz. Onun ahirette bir nasibi olmaz” (Şura, 20)
Kişinin niyetine göre dünyayı, kendini, varlığı anlamlandırır. Niyeti onun bütün yaşamını, gayesini, dünya hayatından beklentisini belirler.
Mümin kişi Allah’ın rızasını kazanmayı, cenneti arzulayıp cehenneme düşmekten korkar. Hayatını bu niyetine göre tanzim eder. Şahsiyeti de buna uygun olarak şekillenir. Artık onun adi basit fiilleri dahi ibadete dönüşür.
Yoldan geçen bir ihtiyarcık düşmesin diye taşı kaldırıveren sadaka sevabı kazanırken, bir bakarsınız ki Hz. Ali Efendimizin uykusu cihad oluverir. “Bu gece teheccüde kalkmadın, ne çok uyudun,” diyenlere “Bu gün düşmanla cenk günüdür. Kâfirin karşısında güçlü olmak için uyudum,” buyururlar.
Müminin yemesi içmesi, ailesine hizmeti, arkadaşıyla sohbeti, ticareti dahi ibadet oluverir. Efendimiz (s.a.v.) “Benim yaşamam da ölmem de gülmem de ağlamam da hep Allah içindir,” buyurmaz mı?
İmanı olmayan, dünyaya yahut benliğine tapan, ahireti tanımaya insanlar için, ibadetler dahi günaha girmeye vesile olur.
Namazı kılmamak günah iken ayıplanmak korkusuyla kılmamak şirk olur maazallah. O kişi insanların takdirini elde edeyim derken, imanı bozulur.
Hac ibadeti mümini cümle günahlarından arındıracak bir ibadet iken haccı ticaret, mevki, şöhret vb… niyetlerle yapılırsa, kişi bunlara kavuşsa da imanı tehlikeye düşer.
Fahri Kâinat Efendimiz (s.a.v.)’e “Para ve şöhret için cihad eden biri sevap kazanır mı?” diye sorduklarında; “Hayır hiçbir şey kazanmaz” derler. Bu soru kendisine üç defa sorulunca Mübarek “Allah (c.c.) yalnız kendisi için yapılan ibadetleri kabul eder. Başkasını değil!” buyururlar. (Nesai, Cihad, 24)
Yüce Rabbim! Yaptığımız işleri kalbimizdeki niyetlere göre değerlendirir. Kalp nazargah-ı İlahidir. Orada ne olduğunu bilen O’dur. Ondan bir şey gizlenmez. O kuluna kalbinde bulduklarına göre muamaele eder. Efendimiz (s.a.v.) de bu konuda “Allah sizin bedenlerinize ve yüzlerinize bakmaz, kalblerinize bakar.” (Riyazusssalihin-5) buyurmuştur.       
Rabbimizin kalplerimizde bulduğu, samimi bir iman, azap korkusu, rahmet ümidi ve kulluk iştiyakı ola.

 Gülsüm Sezen

İmam Nevevi Hazretlerinin Kırk Hadisi


 اربعون النبوي


Hadis tarihinin ve İslam edebiyatının önemli bir türü olan kırk hadis toplama geleneğinin kaynağı Efendimiz (s.a.v.)’in şu hadisidir: "Ümmetimden kim, sünnetimden kırk hadisi hıfz ederse, o, kıyamet gününde, fakih ve âlim olarak hasrolunur. Kıyamet gününde ben onun şefaatçisi ve şahidiyim." (Bkz. el-Aclûnî, Muhammed b. İsmail, Keşfü'l-Hafâ. ali, s.246. Beyrut 1351)

Bu hadis, meşhur hadis kitaplarında yer almamasına ve "zayıf hadis" olarak nitelendirilmesine rağmen Müslüman âlimler arasında kırk adet hadis ezberleme ve bir araya toplama işi, ibadet telakki edilerek sürdürüle gelmiştir. Bunun dışında, hayır dua almak, rahmetle anılmak, Müslümanlara iyi öğüt, daha öncekilerin hayırlı teşebbüslerine özenmek gibi sebepler özendirici olmuştur.
Kırk hadis toplama işi ilk olarak Arapça eserlerle başlamıştır. Bunlardan, bilinenler iki yüz elliden fazladır. İslam tarihinde ilk defa kırk hadis derleyenin Kûfe'de oturan Merv'li Bilgin Abdullah İbn-i Mübarek (öl.181/797)olduğu bilinmektedir. Ancak bu eser günümüze ulaşamamıştır.

Arapça en meşhur kırk hadis mecmuası, Muhyiddin Yahya b.Şeref en-Nevevî (öl.676/1277)'nin el-Erbeune'n-Nebeviyye isimli eseridir. Hatta kendisinden sonra, bir de Nevevî'nin eserini şerh etmek gelenek haline gelerek birçok kişi ona şerh yazmıştır. İmam Nevevî'nin eserinin Babanzade Ahmed Naîm tarafından yapılmış tercümesi, Diyanet işleri Başkanlığı tarafından 1979 da yayımlanmıştır.

Kırk hadis toplama, tercüme ve şerh geleneğine en fazla önem veren Türkler olmuştur. Osmanlılar döneminde birçok âlim, manzum veya mensur, ya da ikisi karışık, birçok hadis mecmuası yapmışlardır. Kemal Ümmî (61.880/1475), AliŞir Nevaî (61.906/1501), Fuzûlî (61.963/1556), Aşık Çelebi (61.979/1571) Latîfı (61.990/1582), Nev'î (61.1007/1598), Hâkânî (61.1011/1691), Nâbî (61.1102/1691), Osman-zade Taib (61.1120/1703) gibi meşhur şair ve yazarların kırk hadis mecmuaları vardır.

Kırk hadis seçimlerinde türler farklı farklıdır. Hadis-i Kudsiler, Hz.Peygamber'in hutbeleri, Sahih hadisler, İçinde 40 sayısı olanlar, Ezberlenmesi kolay kısa hadisler, Veciz, fasih ve kapsamlı hadisler gibi.

Kırk hadislerin muhtevalarında da farklılıklar vardır. Kur'an'ın faziletleri, İslâm'ın şartları, Hz.Peygamber'in ve Ehl-i Beyt'-in faziletleri, Tasavvuf ve tarikatlar, Dünya hayatının boş olduğu, İlim ve âlim, Cihad, Ahlak, Bir kavim, yer veya şehrin fazileti, Tıp konularına ait hadisler...

Kırk hadis mecmuaları bu konulardan herhangi birine tahsis edilmiş olabildiği gibi, bu konulardan birçoğuna ait hadisleri ihtiva edenler de vardır. Bazı kırk hadis mecmuaları da, çeşitli hat örneklerini bir araya toplamak gayesiyle meydana getirilmiştir.

İmam Nevevi (r.a) ve el-Erbeun en-Nebeviyye’si

İmam Nevevi Hazretleri (r.a.) eserini meydana getirmekteki gayesini şöyle ifade etmektedir: 
"Bu hadisin zaif olduğunda, huffaz-ı hadis'in ittifakı vardır. Bununla beraber ulema fezail-i amale dair zayıf hadislerle amel edilebileceğine hükmetmişlerdir. Bizim bu eserde gayemiz kırk sayısına bağlı kalmak değildir. Aslında Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ,"Benim sözümü işitip belledikten sonra onu başkasına duyduğu gibi eriştirenin Allah yüzünü ak etsin," mealindeki hadisi şerifidir. Bu yolda ben de mütekaddimin alimlerin yoluna uymuş oldum.”

el-Erbeûne’n-Neveviyye Kırk hadis diye tanınan bu eser dinin esaslarına dair çoğu Sahîh-i Buhârî ile Sahîh-i Müslim’den seçilmiş 42 hadisi ihtiva etmektedir. 668 yılında tamamladığı bu eserdeki hadislerin kolayca öğrenilmesi için senedlerini zikretmemiştir.

Nevevî’nin (r.a.) bu eseri hemen her devirde büyük kabul görmüş, muhtevâsı ezberlenmiş ve başta kendisi olmak üzere 40’dan fazla âlim tarafından şerhedilmiştir.
el-Erbe`ûne’n-Neveviyye Bulak’ta (1294), Kahire’de (1278) ve şerhleriyle birlikte daha başka yerlerde pek çok defa basılmış ve Batı dillerine çevrilmiştir. Bunlardan Muhammed Ali Sabri tarafından hazırlanan Arapça- İtalyanca baskısı zikredilebilir (Roma 1982). Eserin Türkçe tercümeleri arasında Babanzâde Ahmed Naim Bey’e ait olanı (İstanbul 1341) anılmaya değer güzelliktedir. (www.sadabad.com)

Erbaun en-Nevevî İslâm dininin usul ve kaidelerine ait Buhari ve Müslim hadislerinden derlenmiştir. İslâm âlimleri bu esere lâyık olduğu önemi vermişler, birçok şerhler yazmışlardır. Nevevî'nin Kırk Hadîsi üzerine İbn-i Dakikı'l-İyd'in ve bizzat Nevevî'nin kendisinin de birer şerhi vardır ve her ikisi de Mısır'da basılmıştır. Metin, Şerkâvî'nin şerhiyle birlikte Mısır'da basılmıştır: Sa`dü'd-dîn Taftâzânî'nin ve Mişkâtü'l-Mesâbih şârihi Aliyyü'l-Kârî'nin, Şerkâvî'nin Arapça şerhleri meşhur ve basılmıştır. (Nûreddin İycî, Sırâcü't-Tâlibîn ve Minhâcü'lÂbidîn) adli Farsça bir şerhini yazmıştır. Rûhü'l-beyan sahibi Bursalı İsmâil Hakkı merhûmun da Türkçe basılmış bir şerhi vardır. Bu metin, Tecrîd-i Sarih tercümanlarından merhum "Ahmed Naîm Bey" hocamız tarafından da gayet güzel bir üslûp ile dilimize çevrilmiştir.
Gülsüm Sezen 5 Kasım 2017

20 Şubat 2018 Salı

CİHAD


 Niye Afrindeyiz?
"Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın…"  (Bakara 190) buyuruyor Rabbimiz de ondan. Emperyalizmin yarattığı ve Müslüman dünyayı kana bulayan terör örgütlerine karşı bir savaşa giriştik de ondan.
“Allah yolunda nefsi, canı ve malı ile mücadele etmek” anlamındaki “C-H-D” kökünden gelen kelimeler türevleri ile beraber kırka yakın ayette geçmektedir.
Allah yolunda her türlü gayret ve çabaya cihad adı verilmektedir. İlimde çok gayret gösteren kişiye “Müctehit” denmesi bundan dolayıdır.
Kur’an-ı Kerim’de savaşı ifade eden üç farklı kelime vardır. Bunlar: Cihad, Kıtal ve Harb kelimeleridir. Kıtal kelimesi doğrudan savaşmak ve öldürmek anlamında olup yüzden fazla ayette geçer. Düşmanla cephede karşı karşıya canla başla savaşmaktır. Kıtal (savaş)  cihadın aşamalarından biridir.
 “Harb” kelimesi cihad ve savaştan farklı olarak “Allah ve Resulüne” isyan eden, fitne ve terör hareketlerine karşı savaşmayı ifade etmek için de kullanılmıştır.
Bir de İlayı Kelimetullah kavramı var ki, Allah’ın dinini yeryüzüne yaymak için ülkeler fethetmek, gönülleri kazanmak için çalışmaktır.
Öyleyse barış zamanında cihad esas, kıtal ve harp ise geçici ve istenmeyen, ama mecbur kalınınca son çare olarak kendisine başvurulan bir durumdur.
Şu an itibariyle ordumuz ve sevgili Mehmetçiğimiz teröristlerle, Allah’ın adaletinin ve milletin güvenliğinin gereği olarak harb etmektedir.
Sınırlar Ötesinde Savaşan Gazilerimizi Neler Bekliyor?
Peygamberlerden sonra Allah katında en büyük derece şehitlere sonra da gazilere aittir. Yüce Rabbimiz cihadı emrettiği gibi bu büyük ibadeti yerine getirenleri de cennetle müjdelemiştir.
“İman edip hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler, rütbe bakımından Allah katında daha üstündürler. Kurtuluşa erenler işte onlardır. ( Tevbe 20) Rableri tarafından onlara bir rahmet ve hoşnutluk ile kendileri için, içinde tükenmez nimetler olan cennetler müjdeler. (Tevbe 21) Onlar orada ebedi kalacaklardır. Şüphesiz Allah katında büyük mükâfat vardır. (Tevbe 22, ayr. bknz. Tevbe 88 -89)
Efendimiz (s.a.v.) bir gün şöyle buyurmuştur: “Kim Rab olarak Allah’tan (c.c.), din olarak İslam’dan, peygamber olarak Muhammed’den (s.a.v.) razı olursa ona cennet vacip olmuştur. Bir başka şey daha var ki, onun sebebiyle Allah kulun cennetteki makamını yüz derece yükseltir. Bu derecelerden ikisi arasındaki uzaklık, sema ile arz arasındaki mesafe gibidir. Bu Allah yolunda Cihad’dır.  (Müslim, İmaret, 116; Nesai, Cihad, 18)
İbn Abbas (r.a.) rivayetine göre Efendimiz (s.a.v.) : “İki göz vardır ki, onlara ateş değmez. Biri Allah için ağlayan göz, diğeri Allah yolunda cihad için uyanık sabahlayan göz.” (Tirmizi, Fedai’lul Cihad, 7)
Fedale b. Ubeyd (r.a.) anlatıyor: Efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Her ölenin ameline son verilir. Ancak Allah yolunda ölen sınır bekçisi müstesna… Onun ameli kıyamete kadar arttırılır. O kabir azabına da uğratılmaz.”



Cephe Gerisinde
Atalarımız ilayı kelimetullah için Allah’ın adını yaşatmak için yaşamışlardı. Fetihler yapmışlar, kadını ve erkeği ile cihad etmişler, İslam düşmanları ile gerek cephede harb etmiş, gerek toplum içinde, adalet ile malları ve canları ile cihad etmişlerdi.
Bizim de bu idealden uzaklaşma gibi bir şansımız olamazdı. Biraz uzaklaşmış gibi olduğumuz anda fitne ve terör etrafımızı sardı.
15 Temmuzda yaşadığımız travma bize hiçbir şeyin baki olmadığını ve İslam düşmanlarının her zaman gizli ya da açık önce Türkiye’yi hedef aldıklarını ve buna devam edeceklerini göstermişti.
O gün başarılı olsalardı işgale girişeceklerdi. Bu gün Afrin’e girişimiz mümkün olmayacağı gibi savaş da bizim sınırlarımız içinde devam ediyor olacaktı.
Elhamdülillah milletimiz genel olarak terör ve fitneye emperyalizme karşı girişilen bu savaşa sahip çıktı.

Milletimizin asil anaları askere gönderdikleri evlatlarının arkasından önce vatan için sonra evladı için dua ediyorlar. Rabbim muvaffak etsin. Cephede savaşan yavrularımızla beraber topyekûn harpteyiz, Onların yanındayız çok şükür.
Cepheye gidip savaşamayan kadın erkek çoluk çocuk cümle millet olarak bu müjdelere nail olmak için can atıyoruz. Özlüyor, istiyor ve cephedeki askerlerimize dualar ediyoruz.
Sınır boylarında kadınlarımızın askere yemek yapması, eldivenler örmesi bana kurtuluş savaşını hatırlatıyor. Elhamdülillah cihad ruhu her daim dipdiri bir milletiz biz.
Efendimiz (s.a.v.) amellerin niyetlere göre değer kazanacağını bildirmiştir. Tebuk Savaşında dinlenmek için mola verdikleri bir sırada ashabı kirama dönüp iç çekerek şöyle demiştir. “Medine’de kalaıp mazeretlerinden dolayı gelemeyen öyle kardeşleriniz vardır ki, sizinle beraber savaşmış gibi sevap kazanmaktalar.”
Her gün cepheden gelen haberleri dinlediğim gibi evde çocuklara, konu komşuya, talebelerime de aktarıyorum. Herkese bu konuda titiz davranmalarını öneriyorum ki, evlatlarımız vatan söz konusu olduğunda candan ileri olduğunu, hangi safta yer almaları gerektiğini bilsinler, düşmanı tanısınlar.
Cephe gerisindeki bizler için ne büyük müjdedir bu. İşte bu şuurdur ki, genci yaşlısı, anası kuzusu, kadını erkeği ile cümleten Afrindeyiz. Mehmetçiğimizin yanındayız.
 Gülsüm Sezen
15.02.2018
Not: Resimler alıntıdır.

30 Aralık 2017 Cumartesi

RIHLETÜ'L-HADİS



Rıhletü’l-Hadis
Bir gezgin olduğum için çok önceden görmek istediğim bir yerdi İngiltere. Sürekli erteliyordum.
Şimdi bir ilim Talebesi olarak çıktım yola. Birmingham’da dört gün devam edecek olan Şemail-i Şerif hadislerinin rivayeti için...
Doğru duydunuz. Hadis rivayeti için dedim. Benim için de inanması zordu ama şimdi buradayım. 
Adlarını bildiğimiz bütün büyük imamların, İmam Ebu Hanife’nin, İmam Malik’in, İmam Suyuti’nin, İmam  Nevevi’nin İmam Gazali’nin ve daha nicelerinin yolundan gittik ve bir hadisi ravisinden almak üzere kalkıp buralara geldik.
Kendimi eski devirlerde bir hadisi en iyi raviden almak üzere yolculukların yapıldığı, Şam’a Bağdat’a Kufe’ye gidildiği zamanlarda gibi hissediyorum. Yalnız Ciddi bir fark var. Bağdat’ta ya da Şam’da değil İngiltere’de Gayri müslim bir yerdeyiz.
Gerçi Birmingham bir müslüman şehri olmuş çoktan. Sokaklar çarşılar dükkanlar mahalleler hep müslüman. Her ülkeden her dilden müslümanlar... 
Camide yere bağdaş kurup oturuyoruz. Kitaplarımız kucağımızda büyük bir dikkatle hadis şeyhini dinliyor ve notlar alıyoruz. 
Cami dolu; 3000 kişi olduğundan bahsediliyor. İnsanlar Birleşik Krallığın ve dünyanın her yanından toplanmışlar. Pakistanlı çoğunlukta ve İngiliz İtalyan Türk Arap birçok milletten ilim talebeleri toplanmışlar.
Bir zamanlar ilim talebi için Doğuya doğru gidilirken şimdi batıya doğru gidiliyor. Bizim şer zannettiğimiz işlerden nice hayırlar hasıl oluyor. 
Moğol istilası sonucu ilim merkezlerinin ciddi şekilde yer değiştirdiği gibi günümüzde Şam gibi ilim merkezlerine yapılan saldırılardan sonra yine ilim batıya kayıyor. Şam’dan Türkiye’ye mağribe kadar ve dahi buralara kadar.
Biz de hep hayalini kurduğumuz rıhledeyiz şimdi. Elhamdülillah bu yaşta ve bu devirde nasip oldu.
Hadis ilminde rıhlenin özel bir yeri var. Rıhle yolculuk demek. Bir hadisi ravisinden almak için yapılan yolculuk. Böylece hadisi ilk ağızdan en güvenilir kişiden öğrenmek imkanı hasıl oluyor. 
Bir hadisi muttasıl senedi olan bir raviden öğrendiğinizde siz de artık o zincirin bir halkası oluyorsunuz.
Dinin ilk kaynaklarından ikincisi olan Hadislerin güvenilirliği için bu çok önemli.
Kitap şeyhin kendi tasnifi. Şemail yani Efendimiz (S.a.v.)’in yaşam tarzını anlatan hadislerden oluşuyor. 
Şimdiye kadar birçok Şemail kitabı tasnif edilmiş. En meşhuru ve en çok okunanı İmam Tirmizi’nin Şemaili olmuş.
Şeyh Muhammed Ebu’l-Hüda el-Yakubi günümüzde kolay okunur bir Şemail tasnif etmiş. 
Kendisi Şam-ı Şerif’in büyük alimlerinden birisi. Kütüb-i Sitte hafızı. Aynı zamanda İmam Buhari, İmam Tirmiz’i, İmam Nevevi Hazretlerine kadar uzanan muttasıl ravi zincirinin son halkası.
Şey Muhammed el-Yakubi Şam’da Emevi Camii’nin hatibi iken israil işgalcidir dediği için esed rejimi tarafından sınırdaşı edilmiş.
Şimdi Fas’ta yaşıyor ve orada talebe yetiştirmeye devam ediyor. Birçok talebeler yetiştirmiş. 
Biz de onun ilminden faydalanmak isteyen seçkin bir talebe grubuna katıldık dört günlüğüne. Rabbim istifade etmek nasip etsin. Günümüzde yapılmayan bu hadis rıhlelerini artırsın. Amin.
Gülsüm Sezen 
30.12.2017



6 Aralık 2017 Çarşamba

KUDÜSTE VARLIĞIMIZ İLELEBED DEVAM EDECEKTİR

Suffe İslami İlimler Merkezi Öğrencilerimizden Büşra Koç'un Suffe İslami İlimler Yıllık Bültende yayınlanmış olan Kudüs Tarihi ve Ecdadın Eserleri yazısını buraya olduğu gibi koymayı borç bildim. "Kudüs kıyamete kadar fiili cihadın merkezidir." Orada geçmişte olduğu gibi şimdi de varlığımızı göstermek zorundayız.








23 Kasım 2017 Perşembe

Sen Allah’ı görmüyorsun ama O seni görüyor.

Hz. Ömer Efendimiz (r.a.) lisanen çok az hadis rivayet etmiştir. Onların hepsi de dinin temel prensipleriyle ilgilidir. Bunlardan biri de Cibril hadisi adıyla meşhur olmuştur. İmam Nevevi’nin Kırk hadisinin ikincisidir. Birincisi niyet hadisi idi…
Hz. Ömer Efendimiz şöyle anlatıyor:
“Biz bir gün Allah Resulünün (s.a.v.) yanında otururken hiç tanımadığımız bir kimse çıkageldi. Elbisesi bembeyaz, saçı simsiyah idi. Üzerinde herhangi bir yolculuk alameti de yoktu. Doğruca Resulullahın (s.a.v.)  yanına oturup dizlerini onun dizlerine dayadı, ellerini de dizlerinin üzerine koyarak şöyle dedi:
“Ey Muhammed (s.a.v.) İslâm nedir?”
Allah Resulü (s.a.v.) “İslam, Allah’tan başka ilahın olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Resulü olduğuna şahitlik etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, gücün yettiği zaman hacca gitmendir.”
“Doğru söyledin,” dedi. “İman nedir?”
Biz onun hem sorup hem de tasdik etmesinden dolayı şaşırmıştık.
Allah Resulü (s.a.v.): “İman, Allah’a meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, hayrı ve şerri ile kadere inanmandır,” buyurdu.
O kimse, “Doğru söyledin, peki kıyamet ne zaman?” Dedi.
Allah Resulü (s.a.v.) “Bu konuda sorulan, sorandan daha bilgili değildir” buyurdu.
“Öyleyse kıyametin alâmetlerinden bahset,” dedi.
Efendimiz (s.a.v.) “Cariyenin efendisi, doğurması ve ayakkabısız, çıplak ve fakir koyun çobanlarının bina yapma yarışına girdiklerini görmendir,” buyurdu.
Bu kimse ayrıldıktan sonra bir süre bekledim.
Allah Resulü (s.a.v.), “Ey Ömer! Biliyor musun soru soran kimdi?” buyurdu.
“Allah Resulü (s.a.v.) daha iyi bilir,” dedim
Efendimiz (s.a.v.) de “O Cebrail’di. Size dininizi öğretmek üzere geldi.” buyurdu.
İman ve İslam
Cibril hadisi olarak bildiğimiz bu hadisi şerif dinin bütün inanc ve ibadet esaslarını taşır, bedeni ve kalbi amelleri kapsar. Şer’i ilimleri, tasavvuf ve ahlakın özünü, Müslümanın hayat tasavvurunu içine alır.
Bu yüzden hadis âlimleri onu, hadislerin anası manasında “Ümmü’s-Sünne” diye adlandırırlar. Tıpkı Fatiha suresine “Ümmü’l Kitab” denilmesi gibi… Çünkü O da Kur’an’ın bütün manalarını içermektedir.
Hadiste konuların ele alınış sırası dikkate değer bir husustur. Zahirden batına doğru bir Müslümanın karakteri resmedilmektedir.
Efendimiz (s.a.v.) önce İslam’ın şartlarını sonra iman esaslarını bildirilmiştir. Bu esaslar dahi bir sıraya konulmuştur. Bize kadar da tevatüren gelmiş ve bizde bu konuları önem sırasına göre bu şekilde öğrenmişizdir.
Hucurat Suresinde Arabilere iman ettik dediklerinde “Müslüman olduk deyin, iman henüz kalplerinize yerleşmedi. fakat Allah'a ve Resulune itaat ederseniz amellerinizden hiç birşey eksiltirmez,” (Hucurat,14) emredildiği ve imanın zamanla kalpte yerleşeceği düşünülürse önce zahiri ameller bildirilmiştir.
Kelime-i şehadet dinin kapısıdır. Onun direkleri namaz, duvarları oruç, çatısı zekât ve pencerelerini hac olarak düşünebiliriz. Bu ibadetlerin her biri Müslümana bir kimlik kazandırır.
İman kalbin bir ameli, evin temeli yerindedir. İman olmadan yapılan bütün ameller boşa gider. Nitekim münafık da bu amelleri işlemektedir.
İman öncelikle Allah’ın varlığına birliğine, bütün cemal ve kemal sıfatlarla mevsuf olduğuna, noksanlıklardan münezzeh olduğuna, cümle mahlûkatı yarattığına ve her an üzerlerinde dilediği gibi tasarrufta bulunduğuna inanmaktır.
Sonra, her an Allah’ın emirlerini yerine getirmekte olan meleklerine, Onun dinini insanlara haber vermekle görevlendirilmiş, mucizelerle desteklenmiş, sadık peygamberlerine, onlara verilen kitaba, ahiret gününe, kıyamete, dirilişe, haşre, hesaba, mizana, sırata cennet ve cehenneme inanmaktır.
Rabbimizin ve “Biz her şeyi bir kader üzere yarattık” (Kamer, 49) ayeti kerimesinde birçok ayette emrettiği üzere kadere inanmak da imanın şartlarından biridir.
İbn Abbas (r.a.)’ten rivayet edilen bir hadiste Efendimiz (s.a.v.) “Biliniz ki, bir grup insan size bir fayda vermek için toplansa Allah’ın yazdığından fazla bir şey veremezler. Ve bir grup insan da sana bir zarar vermek isteseler Allah’ın yazdığından başka bir şey yapamazlar.” buyurmuştur.
İhsan, İman ve İslam’ın özü:
İslam ve İman şeriatın özü ve aslıdır. İhsan ise bu amelleri güzelleştiren ve mümine bir hayat tasavvuru, olgun bir şahsiyet kazandıracak olan özdür.
İhsan, dilimizde infak ve sadaka kelimeleri ile eşleştirilmiş olsa da, güzelleştirmek demektir. Müminin kalbini güzelleştirmesi, güzel duygularla ve düşüncelerle donatması, halisane Allah’a yönelmesi demektir.
İhsan Allah’ı görüyormuş gibi davranmaktır. Efendimiz (s.a.v.) “Sen Allah’ı görmüyorsun ama O seni görüyor,” buyurmaktadır.
İhsan imanı derinleştiren, amelleri, ahlakı güzelleştiren bir şuur halidir. Bir Müslümanda bu şuur oluştuktan sonra o artık gerçek bir imana sahip olur. Kime iman ediyorum, kime ibadet ediyorum, kimden ummalı ve kimden çekinmeli bilir. Yalnız Rabbine yönelir.
İhsan, niyetini halis tutma ve işini en güzel şekilde yapma şuurudur. İhsan, haramdan uzak durma helali israf etmeme şuurudur. Neticede ahirette hepsi karşısına çıkacaktır.
İhsan, bir gönül kırmama, bir canlıya zarar vermeme, kamu malını koruma ve dahi Allah’ın yarattığı her bir zerreye karşı şefkat nazarıyla davranma, Allah’ın kullarına faydalı olma şuurudur.
Öyleyse kul Rabbini görmek hissiyatıyla yaşamalıdır. O’nun her an gördüğünü bir an olsun unutmamalıdır. Tıpkı Yunus Emre’nin kimseden gizli bir köşe bulamayıp da elindeki hayvanı kesemediği gibi…
Sorulan sorandan daha bilgili değil!
Bu soru, bizlere bir farkındalık kazandırmaya yöneliktir. Dünyanın gelip geçici olduğu ve insanların dünyada ebedi kalacağını zannederek yaşadıkları farkındalığı…
Bir ibret nazarı, bir Müslüman zihniyeti kazanmak için dünyanın geçiciliğini anlamak temel bakış açısıdır.
Dünya geçicidir, vakit daralmıştır, kulluğumuzu daha iyi yapmak için daha gayretli olmak elzemdir. İnsan ölecek, dünyanın kıyameti kopacak, bu dünyaya çakılan kazıklar yok olup gidecektir.
Bu şuurla her an uyanık olmak, her an kendini kontrol etmek, şeytana ve düşmana aman vermemek, nefsine uymamak hali kazanır Müslüman.
Cariyenin Efendisini doğurmasını hadis âlimleri bir müjde olarak yorumlamışlardır. Fetihler artacak, İslam beldeleri çoğalacak, cariyeler çocuk doğurmakla Müslümanların sayısı artacaktır, denilmiştir.
Cariye çocuk doğurduğu vakit efendisine nispetle çocuğu da efendisi yerinde olacaktır. Bunu cahilliğin artacağı, çocuğun annesine hürmet etmemesi şeklinde yorumlayanlar da olmuştur. Yüksek binaların artması da zenginliğin artması ya da gösterişin artması şeklinde farklı şekillerde yorumlanmıştır.
Öğreten ve öğrenenin edepleri:
Hadis âlimleri bu hadisi şerifi bir de eğitim psikolojisi açısından ele almışlardır.
Öncelikle soru-cevap şeklinde bir mizansen öğretimde etkili bir yöntemdir. Cebrail (a.s.) insan kılığında gelip İslam’ın temel prensiplerini sorarak öğrenmeyi göstermiş, soru sormanın ve öğrenmenin edeplerini de göstermiştir.
Bir öğrenci olarak öğrenmeye tertemiz bir kıyafetle gelmiş, kemali edeple hocasının huzuruna oturmuştur. Hocanın tam önüne hem de dizlerini yaklaştıracak şekilde oturmuş, ellerini dizlerinin üzerine koyarak bütün dikkatini hocasına vermiştir.
Sorularını öğrenmek kastıyla, net ve anlaşılır şekilde sormuş, dolayısıyla net cevaplar almıştır. Böylece Cibril (a.s.) ilim talebesinin edeplerini göstermiştir.
Efendimiz (s.a.v.) de soru sorana, ilim talep edene cevap verilmesi gereğini bizzat uygulayarak göstermiştir.
Yine Efendimiz (s.a.v.) Kıyametle ilgili soruya “Bilmiyorum,” demek suretiyle, âlimin en önemli edebini göstermiştir. Her şeyi bilen Bir Allah’tır ve kullar her soruya cevap verirse yalan söylemiş olurlar. “Bilmiyorum,”  demek ilmin yarısıdır.
Hz. Ömer, bir dinleyici olarak konuşmanın arasına girmeden dikkatli bir şekilde dinlemiş, konuşmayı bölüp araya girmemiş, şaşırdığı merak ettiği bir hususta Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir açıklama yapıncaya kadar edeple oturup beklemiştir.
Yine Efendimiz (s.a.v.) kendisine bir soru yönelttiğinde ki bu talebenin dikkatini celbetmeye yönelik bir sorudur, hemen bilgiçlik taslayıp cevap vermemiş “Allah ve Resulü daha iyi bilir,” diyerek edeple cevabı beklemiştir.
Bir ilim talebesi de hocanın huzurunda böyle davranmalıdır. Bu edepler sayesinde Allah ilmin kapılarını açar ve İmama Neveviler, Ebu Hanifeler, İmam Gazaliler yetişir.
Rabbim efendimiz (s.a.v.)’in sünnetinden feyz almayı ve şefaatlerini nasip eylesin.
Not: İlim Öğrenmenin edepleri konusuna İmam Gazali’nin İhya’sından bakmakta fayda vardır.
Kaynak; İmam Nevevi (h.676), Şerhu Erbeıyn en-Neveviyye
            İbn Dakiyk el-Iyd (706), Şerhu Erbeıyn en-Neveviyye

Gülsüm Sezen

23 Kasım 2017

26 Ekim 2017 Perşembe

İslam Âlimi Olmak


Kimdir İslam Âlimi ve Nasıl İslam Âlimi olunur?
Âlim deyince genellikle gözümüzün önüne başında sarığı, sırtında abası ile yere diz çökmüş, idare lambasının ışığında kitaplarının arasında kaybolmuş bir mübarek zatın resmi gelir. Küçücük ömrüne elle yazılmış dünyanın kitabını sığdıran, bilgiyi yorumu ile yüzyıllarca insanlığa ışık tutmaya devam eden büyük âlimler…
Her türlü teknolojik imkânların, bilgiye ulaşmanın ve aktarmanın kolay olduğu ve bilgi kirliliğinin dünyamızda İslam Âlimi olmak nasıl bir şeydir? Her türlü değerin sorgulandığı, kavramların içinin oyulduğu, dinin dünyevileştiği günümüzde…
Âlim: Herkesin hayran olduğu muhatap kitlesine uygun söylemler geliştiren popüler konuşmacılar, geçmiş ulemayı aradan çıkarıp geleneği yok sayan kimseler mi, ayağı yere sağlam basan, bilgiyi sağlam kaynaklardan alan, yorumlayan, insanlığın hizmetine sunan adı duyulmamış kimseler mi?
Acaba bilgiyi bir yerden alıp başka bir yere kopyalayan ilim adamı ile ilmi kendisinde deruhte etmiş ve onu öğreten âlim arasındaki farkı nasıl bileceğiz?
İslam Âlimi öncelikle Kur’an ve peygamber dili olan Arapça’yı konuşabilecek, temel klasik metinleri okuyabilecek ve kitap yazabilecek düzeyde vakıf olmalıdır. Arapçasız âlim olmaz.
İslam âlimi itikadı sağlam, İslam'ın varlık, bilgi, hakikat anlayışını benimsemiş ehlisünnetin itikat esaslarını benimsemiş ve ilmi imanın hizmetine vermiş bir kişidir.
İslam âlimi düşünce, yorum ve hüküm çıkarma metodu olarak usul-i fikh’ı kullanır. Zira “Usulsüzlük vusulsüzlüktür”. Günümüzde usul-i fıkh yerine Batı’dan ithal bazı metotlar dini anlamada yanlış yollara götürmektedir.  
Usul-i fıkh sadece İslam hukukunun değil, hem Kur'an'ı, hem hadisi anlamanın ve hüküm çıkarmanın metodudur.
Kur’an, meal ve hadis okumalarında bir yorum metodu olarak mutlaka usul-i fikhın kullanılması gerekmektedir yoksa bu kutsal metinleri metotsuz yorumlamaya kalkmak, keyfi yorumlara, ciddi yanlışlara yol açar.
Bir İslam âlimi katkı yapacağım diye eskiyi tamamen yıkıp sıfırdan yeni bir ilim ve ilim sistemi inşa edemez. İhya ve tecdit, İslam’ı yenilemek değildir, uygulamayı yenilemektir.
Çünkü İslam kemale ermiştir ancak Müslümanların uygulamalarındaki bidat ve sapmaları düzeltmek ve değişen şartlar içinde şer’i ahkâmın ve Nebevi sünnetin nasıl tatbik edileceğini göstermek gerekmektedir.
İslam âlimi dini ilimlere vakıf olduğu kadar, sünnetullah dediğimiz fenni alanlarda da ihtiyaç kadar bilgi sahibidir ve bu ilmi dini insanlara tebliğde kullanabilecek yeterliliktedir.
Fen ve tıp alanlarında uzmanlaşmış olan kimselerin âlim vasfını kazanmaları da dini ilimlerde yeterli bilgiye sahip olmaları ve bunu mesleklerinde ve hayatlarında, insanlığa hizmette temel kaynak olarak kullanabilmelidirler.
İslam âlimi edep ve tevazu sahibi olmalıdır. Edep sahibi olmayan insan âlim kabul edilemez. Edep eğitimi ilim eğitiminden öncedir. Edebin ölçüsü de Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sünnetidir.
Edepler âlimin hem hayatında hem ilim öğrenmede hem ilmini öğretmede feyzini artırır ve ve şanını yüceltir.
İslam âlimi ilmiyle amel eder. İlmi, merakını gidermek veya kariyerinde ilerlemek için değil, ihlas ve samimiyetle kemale ererek Allah’ın rızasını kazanmak için öğrenir ve öğretir. İslam eğitiminin amacı ihsan sahibi insan-ı kâmil yetiştirmektir.
İslam âlimi takva sahibidir; azimetle amel eder, şüpheli şeyleri terk eder. Hakiki ilim talebelerinin ilimleriyle birlikte takvaları da artar, ilim ve takva doğru orantılı olarak artmazsa şahsiyet ve davranış problemleri ortaya çıkar. Takva sahibi olmayan âlimler, ilimlerini şahsi kaprislerini tatmin ve menfaat temini için kullanırlar, nefsin ve şeytanın aleti olurlar.
Ayrıca ilmi geçim kaynağı veya kariyer değil bir ibadet olarak görür. İlim öğretirken amacı dünyalık menfaatler elde etmek değil, Allah rızası için beşere hizmet olmalıdır. Bunu temin bir âlimin geçimini temin edeceği bir mesleği olması tavsiye edilmektedir.
Âlimi muallimliğinden tanırız ancak. O ilmi kendisine saklamaz, insanlığın faydasına sunmak için talebe yetiştirir, geniş kitlelere ulaşmak için eser verir. Bu yolda teknolojik imkânlardan faydalanmayı da ihmal etmez.
Çünkü peygamber varisi olduğunun ve irşat vazifesinin şuurundadır. Bunun yanı sıra birkaç dili de insanlara tebliğ edebilecek düzeyde bilmelidir ki, kitlelere ulaşabilsin.
Alimin ilmini artırmak ve öğretmek vazifesinin yanında günümüzün cihadı olan organizasyon faaliyetleri de olur. Böylece sistemli bir şekilde insanlığa faydalı olabilir.
Nasıl İslam Alimi Olunur?
Doğru bir eğitim usulüyle İslam aleminin ihtiyacı olan kaliteli İslam alimleri yetişmesi elbette mümkündür.
Öncelikle ilim ehli, ihlaslı hocalarla ilim öğrenmeye istekli ve yetenekli, zeki, sabırlı, iyi niyetli talebenin bir araya gelmesi çok önemlidir.
Talebenin niyeti, makam veya şöhret, maddi kazanç değil, Allah rızasını kazanmak ve yaratılmışlara karşı hayır işlemek olmalıdır.
İlim talibi başlangıç olarak en üst seviyede klasik ve modern Arapça yazma ve konuşma becerisini, Arapça eser kaleme alabilecek seviyede kazanmalıdır. Nitekim klasik dönemdeki bütün İslam âlimleri eserlerini Arapça olarak vermişlerdir.
Arapça eğitiminde eskilerin "Alet İlimleri" dedikleri Dil ve Belağat ilimlerini (sarf, nahiv, vad’, mantık, adabü'l-bahs, bedi, beyan, meani) sistemli bir şekilde sırasıyla öğrenmelidir.
Başta İngilizce olmak üzere Batı dillerini öğrenmeli ve bu dillerdeki alanıyla ilgili literatürü rakip etmelidir. Farsça ve Osmanlıcayı öğrenmelidir. Mümkünse başka İslam dillerini de öğrenmeye ve o dillerdeki literatürü de takibe çalışmalıdır.
İslami ilimlerin bütün dallarında bilgi sahibi olup bir tanesinde uzmanlaşmalıdır. Bunu yaparken, nassi (klasik metinden okuma) ve mevdui (yeni yazılmış kitaplardan konu anlatımı şeklinde okuma) metotlarını takip etmelidir.
Fenni, beşeri ve sosyal bilimlerin temel meselelerine ve yaklaşımlara eleştirel bir aşinalık sahibi olmalıdır. Bu bağlamda Doğu ve Batı klasiklerini mutlaka okumalıdır.
Güncel tartışmalar hakkında İslami yaklaşım ve yeni uygulamalara dair fikhi tartışmalar ve fetvalara aşina olmalıdır. Fıkhı mutlaka güncel hayat içinde yorumlayabilecek yeterliliği olmalıdır. Ayrıca İslam âliminin kendisini yazılı ve sözlü olarak ifade etme kabiliyetini kazanması gerekir.
Makale ve kitap yazmayı, fetva vermeyi, hitabeti ve ders vermeyi (pedagoji) öğrenmesi gerekir. Bu hususlar sadece ders öğrenmekle değil, uygulamanın içinde asistanlık ve staj yaparak öğrenilebilir.
İlim adamının rıhle yapması, Doğu ve Batı ülkelerine seyahat etmesi hem yabancı dilini geliştirmesi, hem bilgi ve görgüsünü artırması, hem de oralardaki âlimlerle tanışıp istifade etmesi için son derece önemlidir.
Dünyanın farklı ülkelerini gezip görmek, ilim talibine, ümmetin ve beşeriyetin meselelerini daha iyi anlamasını sağlayacak bir ufuk kazandırır. Bugün saygı duyarak eserlerini okuduğumuz büyük âlimler arasında rıhle yapmayan çok nadirdir.
Ayrıca ilim talibi sosyal organizasyonlara, ilmi, beşeri, hayır faaliyetlerine katılmalı, hocalık vazifesi yapacağı toplumu tanımanın yanısıra, pratik de kazanmalıdır.
Zira kuru kuruya öğrenilen ilmin kimseye faydası olmaz. İlim amel edilmekle ve öğretmekle ilim olur.
Gülsüm Sezen
27.10.2017








17 Ekim 2017 Salı

HİÇ BİLENLERLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU




قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الَّذِينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذِين لَا يَعْلَمُونَ إِنَّمَا يَتَذَكَّرُ أُوْلُوا الْأَلْبَابِ َ
“De ki: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” Ancak akıl sahipleri öğüt alırlar.”  (Zümer, 39/9)
İlimden asıl maksat Allah’ı bilmektir ki ilim sadece akıl sahibi olan insana teklif edilmiştir. Aklını imani bilginin emrine veren kişiye âlim denir. Alim marifetullah sahibidir. Marifetullah, Allah’ı bilmek ise O’na kullukla beraber gelen bir süreçtir.
Kul Rabbinin varlığını birliğini, O’ndan başka bir güç olmadığını bilir ve O’na ibadet eder. İbadet ettikçe kitabi bir bilgiyle değil, Vehbi bir bilgiyle yani O’na yakınlaşmış olmak şuuruyla marifetullaha erişir.
Marifetullah’a ulaşan kul iyi ve kötü zamanlarının O’ndan gelen bir imtihan olduğunun şuuruyla şükür ve sabır eyler. Neticede kullara ve eşyaya kulluktan kurtulup zamana ve mekâna hapsolmaktan çıkıp Rabbini tanır. İşte gerçek ilim, işte Hakikat…
Zaten ayetin baş tarafının meali şöyledir: “İnsanın başına bir sıkıntı geldi mi Rabbine yönelip O’na yalvarır. Sonra Rabbi katından ona bir nimet verilince daha önce yalvardığını unutarak yolundan saptırmak için Allah’a eşler koşmaya kalkar. Deki ona: İnkârcı tutumunla biraz eğlen dur bakalım. Gerçek şu ki sen ateşi boylayacaksın. Şimdi bu adam mı yoksa ahiret kaygısıyla, Rabbinin rahmetine nail olma ümidiyle gece vakitlerinde secde ederek, ayakta durarak, kendini ibadete veren kişi mi daha iyi? Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?
İman ilimle beraber gelen bir husustur. Allah’ın varlığı ve birliği ile ilgili hissiyat bizim ruhumuzda var olmakla beraber Yüce Rabbimiz merhametinden dolayı peygamberler ve kitaplar göndererek bize kendisini tanıtmıştır. Ayrıca O’na nasıl kulluk edeceğimizi ve yeryüzünde nasıl bir düzenle yaşayacağımızı peygamberleri vasıtasıyla bize bildirmiştir. Bu bilgiye inanan Rabbini tanımış ve iman etmiştir.
Oysa ruhundaki ilahi bilgiyi küfürle örten inatçı zalimler ne peygamber ne kitap tanımışlardır. Kulluk insanın yapısında fıtratında var olduğu için de bu sefer nefsine, paraya, şöhrete ve şeytana kulluktan kurtulamamışlardır.
Rabbimizin ilimden kastettiği işte bu imani bilgidir. İnsanı her türlü esaretten kurtarıp tevhide ulaştıran, Rabbini tanıtan ilimdir.
İlim sahipleri de ibadetle ve salih amellerle ruhunu Allah’a yakınlaştıran, yaptığı her işin ahirette bir sonucu olduğu şuuruna erişmiş kişilerdir. Bu yüzden ilim sahipleri, âlimler ayeti kerimede “gece boyu secde ve kıyam ile Rabbinin huzurunda duran, ahirette ilahi rahmete erme ümidi taşıyan kimseler olarak tarif edilmiştir.
Yoksa kitapları okuyup okuyup sırtında yük taşıyıp da o bilgi ne ruhuna ne sadrına ne hayatına hiçbir şekilde tesir etmeyen kişiler alim olmak bir yana dünyalık menfaati için Kur’an ayetlerini satan kimselerdir.
Alim odur ki, İlahi bilgiye yani marifetullaha  sahip ola ve huşu ile Rabbinin huzurunda gece secdeye gündüz kıyama dura. Gece ibadetle ve dua ile meşgul olurken, gündüz Allah’ın yeryüzünde murad ettiği Hakkaniyeti tesis ede. Adalet, sabır ve şükür ile kaim ola…
Gülsüm Sezen
25.09.2016