1970'te doğdu, talebelik, öğretmenlik, vaizlik, yazmak, en önemlisi annelik bütün hayatı

30 Temmuz 2016 Cumartesi

Kimdir Münafık



Münafık, gönülden inanmadığı halde Allah’ı Peygamberi ve onun bildirdiği diğer iman ilkelerini benimsediğini söyleyen, Müslüman gibi görünen kimse demektir. İnkârcıların en aşağı tabakada olanları bunlardır. Ebedi âlemdeki cezaları da daha korkunç olacaktır.
Kur’an bunu kalpte bulunan nifak hastalığı olarak ifade eder. Münafıklık, ikiyüzlülük bir ahlaksızlıktır. Vicdanda, ahlak merkezinde mevcut bir bozukluğun acı bir meyvesidir. Nifak devam ettikçe bozukluk da hem manen hem davranışlar bakımından devam eder.
Hz. Peygamber (s.a.v.) Mekke döneminde müşriklerle mücadele ediyordu. Medine’ye hicretten sonra bunlara iki sınıf inkârcı daha katıldı: Yahudiler ve münafıklar. Kıyamete kadar da mücadele edilecek olan, batılı seçmiş gruplar bunlardır.
Hz. Peygamber hicret ettiği sırada, Medine’de Yahudiler Araplar üzerine ciddi bir üstünlük elde etmiş bulunuyorlardı. Bunların başını çeken Abdullah b. Übey de reisliği ele geçirmek üzere idi. Hz. Peygamber ve Müslümanların hicretiyle bunlar azınlık bir tebaa konumuna düştüler. Bazı Yahudiler, Müslüman görünerek tekrar eski konumlarını elde etme çabasına girdiler.  Bilhassa Abdullah b. Übey, Bedir savaşından sonra, Müslüman olduğunu açıklamış ve h.9. yılda ölünceye kadar İslam’a zarar vermek için çeşitli komplolar kurmuştur.
Hz. Peygamber (s.a.v.) Allah’ın bildirmesiyle, münafıkların hepsini tanıyordu. Fakat “Muhammed (s.a.v.) kendi arkadaşlarını da öldürüyor,” şeklinde bir propaganda yayılmasını önlemek amacıyla onları öldürmemiş ve belirli bir suçları sabit olmadıkça onları cezalandırmamıştır. Dinimizde asıl olan zahire (görünüşe) göre hüküm vermektir. İnsanların kalbinde ne olduğunu bilemeyiz. Ancak onların söylediklerine göre hükmedebiliriz.
 “İnsanlardan, inanmadıkları hâlde, “Allah’a ve ahiret gününe inandık” diyenler de vardır. Bunlar Allah’ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar. Oysa sadece kendilerini aldatırlar da farkında değillerdir. Kalplerinde münafıklıktan kaynaklanan bir hastalık vardır. Allah da onların hastalıklarını artırmıştır. Söyledikleri yalana karşılık da onlara elem dolu bir azap vardır. Bunlara, “Yeryüzünde fesat çıkarmayın” denildiğinde, “Biz ancak ıslah edicileriz!” derler. İyi bilin ki, onlar bozguncuların ta kendileridir. Fakat farkında değillerdir. Onlara, “İnsanların inandıkları gibi siz de inanın” denildiğinde ise, “Biz de akılsızlar gibi iman mı edelim?” derler. İyi bilin ki, asıl akılsızlar kendileridir, fakat bilmezler. İman edenlerle karşılaştıkları zaman, “İnandık” derler. Fakat şeytanlarıyla (münafık dostlarıyla) yalnız kaldıkları zaman, “Şüphesiz, biz sizinle beraberiz. Biz ancak onlarla alay ediyoruz” derler. Gerçekte Allah onlarla alay eder (alaylarından dolayı onları cezalandırır); azgınlıkları içinde bocalayıp dururlarken onlara mühlet verir.    İşte onlar hidayete karşılık sapıklığı satın almış kimselerdir. Bu yüzden alışverişleri onlara kâr getirmemiş ve (sonuçta) doğru yolu bulamamışlardır.” (Bakara, 8-16)
Bu ayetlere göre münafıkların özellikleri şunlardır:
·       İkiyüzlülük ve yalancılık: Hz. Peygamber Müminleri bu konuda da uyarmıştır. “Münafıklığın üç belirtisi vardır: Haber ve bilgi verdiğinde yalan söyler, söz verdiğinde yerine getirmez ve kendisine bir şey emanet edildiğinde hıyanet eder.” (Buhari, Şehadet, 28; Müslim, İman, 25)
  • Yeryüzünde fesat çıkardıkları, yani her türlü kötülüğü işledikleri halde, “biz ıslah ediciyiz”, barış getirmek istiyoruz gibi insanların hoşuna gidecek kavramları kullanırlar.
  • İman sahiplerini akılsızlıkla suçlar, zamane başka, dünyanın gerçekleri böyle gibi aldatmacalara girerler ve müminleri geri kafalı olmakla suçlarlar.
  • Sözleri hep eğip bükerler ve bugün söylediklerini yarın rahatlıkla inkâr edebilirler.
  • Kendi yandaşlarıyla beraber olduklarında, sürekli müminlerin aleyhine planlar kurar, projeler üretirler. Menfaat için en önemli manevi değerleri dahi satmaktan çekinmezler.
Bu tür insanlar ahrette hüsrana uğrayacakları gibi dünyada da mutlu olamazlar. Rabbimiz onların dünyadaki hallerini, gece ateş yakan ve ateşi sönüveren kimsenin durumuna benzetir.
“Onların durumu, (geceleyin) ateş yakan kimsenin durumuna benzer: Ateş tam çevresini aydınlattığı sırada Allah ışıklarını yok ediverir de onları göremez bir şekilde karanlıklar içinde bırakıverir. Onlar, sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık (hakka) dönmezler. Yahut onların durumu, gökten yoğun karanlıklar içinde gök gürültüsü ve şimşekle sağanak hâlinde boşanan yağmura tutulmuş kimselerin durumu gibidir. Ölüm korkusuyla, yıldırım seslerinden parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Oysa Allah, kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır. Şimşek neredeyse gözlerini alıverecek. Önlerini her aydınlatışında ışığında yürürler. Karanlık çökünce dikilip kalırlar. Allah dileseydi, elbette onların işitme ve görme duyularını giderirdi. Şüphesiz Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Bakara, 17-20)
Kur’an-ı Kerim’de sık sık bu tür teşbihlere başvurulur.  Sıkıntı ve bocalama, depresyon halindeki bir insanın ruh hali, bu kadar canlı somut bir ifadeye ancak Hak kelamında bürünebilir.
İnkârcılar dini, hayatlarının dışına attıkları için, akıl, duyular ve tecrübelerle maddi problemlerini çözebiliyorlar, bu alanda hayatlarını düzene koyabiliyorlar. Fakat manevi alana karşı idrakleri kapatmak, görmezden gelmek fayda vermiyor. Şuur altının derinliklerinde fırtınalar kopuyor, şuurda huzursuzluklar meydana geliyor. Bunlardan kurtulmak için başvurulan tedbirler (zevk u safa âlemleri, iş, sanat, spor, içki, uyuşturucu) bir an faydalı olsa bile bu faydası şimşek hızıyla geçiyor. Münafıklar ise, İslam’ın nuruyla bir an aydınlanmış gibi görünseler dahi, şeytanları, sapık önderleri ile beraber oldukça karanlıklarda bocalamaya devam ediyorlar. 

Her devirde vardı ikiyüzlüler. bu devirde ikibin yüzlü olanlarla karşılaştık. Ahtapot gibi milletin imanına, namusuna, vatanına sinsice kastedenlerle. Onları tanımak zor değil aslında. Rabbimizin kelamı Kur'an-ı Kerim ve Peygamber Efendimiz (s.a.v.)'in hadisleri asırlardır bize onları tanıtıyor.
Rabbim hakkı hak olarak görüp ona uymayı ve batılı batıl olarak görüp onunla mücadele etmeyi nasip etsin amin.

15 Temmuz 2016 Cuma

Vatan Sevgisi İmandandır


Gurur duyuyorum milletimle, milletimin gençleriyle analarıyla dede ve nineleriyle. Gurur duyuyorum ben de geleceğim mücadeleye diye evde gözyaşı akıtan çocuğumla. Gurur duyuyorum gerçek askerim ve polisimle. Bütün ihtilafları ve fikir ayrılıklarını bir kenara bırakıp bu bayrağın altında toplanan  insanımla. Elhamdülillah bu gece milletimizin gücünden emin olduk. Şehitlerimize rahmet, gazilerimize şifalar...
“Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır,
             Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır.” 
İnsanların yuvası evleri, milletlerinki vatanlarıdır. Mümin vatanını seven, ona gönülden bağlı olan,  gerektiğinde bu sevgi paralelinde vatanı için canını ve malını feda etmekten çekinmez.
Bizler vatan uğrunda kanlarıyla destanlar yazan şehit ve gazilerin evlatlarıyız. Mehmet Akif’in mısralarında ifadesini bulan bir milletin fertleriyiz.
“Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda,
Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda
Bizler, kışta-kıyamette, yağmurda-karda, çölün sıcağında hudut boylarında ve vatanın her köşesinde nöbet beklemeyi en şerefli bir görev sayarız.
Sevgili Peygamberimiz Efendimiz (s.a.v.)’in “Allah rızası için bir gün nöbet beklemek, dünya ve dünyadakilerden hayırlıdır. İki göz vardır ki, onları cehennem ateşi yakmayacaktır. Biri Allah korkusundan dolayı ağlayan, diğeri de Allah rızası için gece nöbet bekleyen gözdür.” Sözüne inanmışız.    
Bizim askerimizin adı “Mehmetçik”tir. Mehmet Muhammet demektir. Tâ Bedir ve Uhud’dan bu yana aktarılan “İlâ-yı Kelimetullah” sancağı, Malazgirt’le Anadolu’ya, Niğbolu ve Mohaç’la Balkanlara, Feth-i Mübîn ile İstanbul’a, Çaldıran ve Ridaniye ile İran ve Mısır’a, Çanakkale ve Sakarya ile Yunan’a ve nihayet Kıbrıs Barış Harekâtı ile de Palikaryaya İslâm sancağı hep Mehmetçiğin eli ile dikilmiştir.
Çanakkale’de nasıl dimdik durduysak, Sakarya’da büyük taarruzda nasıl düşmanı püskürttü isek bu gün de dimdik ayaktayız. Sabaha kadar ve ne kadar gerekirse nöbetteyiz. Şehadet özleminde gazilik şuurundayız çok şükür.
Şehitlik En Büyük Mertebedir
"Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü zannetme! Bilakis onlar hayatta olup, Rablerinin katında yaşarlar, rızıklanırlar. Allah'ın lutf-u kereminden ihsan ettiği nimetlere kavuşmaktan dolayı sevinç içindedirler. Arkalarından henüz kendilerine katılmayan müstakbel şehit dindaşlarına da kendilerine hiçbir korku olmayacağına ve üzüntü hissetmeyeceklerine dair de müjde vermek isterler."
Sevgili Peygamberimiz Efendimiz (s.a.v.) dahi şehitliği özlemiştir. "Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, Allah yolunda savaşıp öldürülmeyi, sonra diriltilip yine öldürülmeyi, sonra diriltilip yine öldürülmeyi ne kadar çok isterdim," buyurmuşlardır.
Şehitler kıyamet günü “Benim annem babam ve sevdiğim insanlar cehenneme doğru götürülürken, ben nasıl cennete giderim. Onların hali beni üzüyor, Ya Rabbi!” diye naz edince Rahim Allah “Ey şehit kulum! Git, onların içinden 70 kişiyi seç. Onları da beraberinde cennete götür. Ben her şehide 70 kişiye şefaat izni verdim.” buyuracaktır.
Yüzyıllar bizim ırkları, renkleri ve dilleri değişik çeşitli milletlerden oluşan küfür ordularıyla mücadelemize şahittir. Tarihimiz vatanı, bayrağı, milleti, dini ve devleti için canını Allah yolunda feda eden, böylece Allah  rızasına eren şehitlerin destanlarıyla doludur.
Bugün Mehmet Akif merhumun Çanakkale destanını hatırlama günüdür.
Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor!
Bir hilal uğruna yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker,
Gökten ecdat inerek öpse o pak alnı, değer,
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhîdi,
Bedr'in aslanları ancak bu kadar şanlı idi,
Ey şehit oğlu şehit! İsteme benden makber,
Sana ağuşunu açmış, duruyor Peygamber.

Rabbim şehitlerimizin şefaatlerine nail eyleye. İmanımızı vatan sevgimizi bağrımızdan söküp almaya. Milletimize devletimize zeval vermeye.

GÜNLERDEN CUMA


Ne çok bayramımız var, bize Rabbimizden armağan. Başka kültürlerden devşirme bayramlara, toplantılara, eğlencelere hiç de ihtiyacımız yok. Hem de edepli, vakurlu, insanları incitmeyen, yormayan,  aksine rahatlatan, huzur veren, gönül alan bayramlarımız.
Bugün Cuma… “Cuma, müminin bayramıdır,” buyurmuşlar İki cihan Güneşi Efendimiz (s.a.v.). Bu Cuma, toplanmak, bir araya gelmek, birlikte ibadet etmek, konuşmak, dertleşmek, ümmetin bütünlüğü zamanıdır. Zaten Cuma toplanmak demektir.
Ebû Hureyre (r.a.)’den rivayet edildiğine göre Resûlullah Efendimiz (s.a.v.), “Üzerine güneş doğan en hayırlı gün cuma günüdür; Âdem o gün yaratıldı, o gün cennete konuldu ve yine o gün cennetten çıkarıldı.”[1] Buyurmuşlardır. Bayram namazı vacip iken Cuma namazı farzdır. Bu kadar elzemdir toplanmak.
Bu haftalık manevi toplantılar, müminleri işlerinin, güçlerinin, dünya telaşesinin içinden çekip alır. Ruhen dinlenme ve arınma zamanıdır şimdi. “Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığı zaman, hemen Allah’ın zikrine koşun ve alışverişi bırakın. Eğer bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır”[2]
Bir Cuma namazında ticaret kervanı gelince müminler iş telaşına kapılıp da hutbeyi bırakıp gittiklerinde nazil olmuştu bu ayet-i kerime. Anlaşılan bir gün olsun, bir yarım gün olsun, bir saat olsun insanın Rabbine yönelerek ruhunu dinlendirmeye ihtiyacı vardı. Dünyaya arkasını dönüp Rabbine yönelmeye ve kime kulluk ettiğini anlamaya…
Manevi bir huzur ikliminde birbiriyle buluşan Müslümanlar, kardeşliğin verdiği güvenini de yaşarlar. Bu gün birlikte hutbe dinleyen cemaat, camiden çıkınca hastaları ziyaret eder, ailesiyle vakit geçirir, yalnızların yalnızlıklarına merhem olur.
Müslümanların sosyalleşmesi için önemli bir fırsattır Cuma namazları. Bütün hafta, çalışanların işten başka bir şey konuşmadıkları, emeklilerin, yalnızların evlerinden çıkmadıkları düşünülürse, Cuma bir bayram sevinci olur Müslümanlara. İnsan olduğunu hatırlar insan. Bu dünyada bir yeri, varlığı olduğunu anlar. Kıymet verilmenin sevincini yaşar.
Bu yüzden Cuma gün bir Müslüman düğüne gider gibi, bayrama gider gibi giyinip kuşanıp, temizlenip süslenip çıkar evinden. Selmân (r.a.)’in bize bildirdiğine göre Resûlullah Efendimiz (s.a.v.) buyurmuşlardır ki, “Bir kimse cuma günü boy abdesti alarak elinden geldiğince temizlenir, saçını sakalını yağlayıp tarar veya evindeki güzel kokudan süründükten sonra câmiye gider, fakat orada yan yana oturan iki kimsenin arasını açmaz, sonra Allah Teâlâ’nın kendisine takdir ettiği kadar namaz kılar, daha sonra sesini çıkarmadan imamı dinlerse, o cumadan öteki cumaya kadar olan günahları bağışlanır.”[3]
Efendimiz (s.a.v) kendine kıymet vermeyen, kendine bakmayan kişilere bu sözüyle uyarıda bulunmuştur. Kişi kendine saygı duymasa çevresindekilere saygı duymalıdır. Çevresindekilere saygı duyanın kıymeti de artar. –mış gibi yapmak insanın psikolojisini, halini de etkiler. Mutluymuş gibi yapan mutlu olur biraz sonra. Neşeliymiş gibi yapan neşelenir ve sevinçli bir gün için toplanan müminler sevinçle ayrılır o gün camiden.  
Bugün kadınlara Cuma namazı farz değil. Çoluk-çocuk, yaz-kış, ev işi, yemek yetiştirme telaşı içindeyken Rabbimiz acımış da bize farz kılmamış Cuma namazını. “Kadınlar da cumaya gitsin,” diyen erkekleri bilmem de bu lütfu görmezden gelen kadınları hiç anlamam. Müsait olan kadınlar elbette Cuma namazına gidip sevabından ve hutbenin feyz ü bereketinden faydalansa iyi olur.
Uzak memleketlerde Müslüman kadınlar, Cuma namazının bereketinden faydalanmak için yollara dökülüyorlar. Bizde Anadolu’da ise kadınlar, Cuma’dan gelecek Beyefendisi ve çocukları için yemek, çay, tatlı hazırlıyor. Bütün aile bireyleri ayrı evlerde yaşayan evlatlar, gelinler torunlar toplanıyor, bir bayram sofrası kuruluyor. Ümmetin haftalık toplantısından dönen beyler, hanım ve çocuklara haftalık aile toplantısında gördüklerini ve duyduklarını anlatıyorlar.
Bir ütopyadan değil, Anadolu’da gördüklerimden bahsediyorum. Cuma’nın bin bir bereketinden. Cuma günü tatil olmaktan çıkarılıp Yahudilerin Cumartesi ve Hristiyanların Pazarı tatil ilan edildiğinden beri büyük şehirlerde mümkün olmasa da Anadolu’da insanlarımız Cuma günleri ibadetlerinden sonra sosyal vazifelerini de yapıyorlar. Aile toplantıları, hasta ziyaretleri, çocukların sevindirilmesi, yalnızlara bir kap yemek götürülmesi ve dua. Evet, dua günü bugün…
Efendimiz (s.a.v.) elinin iki parmağını yan yana getirerek (kısa olduğunu anlatmak için) “Cuma gününde bir zaman vardır ki, şayet bir Müslüman namaz kılarken o vakte rastlar da Allah’tan bir şey isterse, Allah ona dileğini mutlaka verir,”[4] buyurduğu için bu günü kabulünü umarak dua ile geçiriyoruz. En sıkılmadan, utanmadan, rahatlıkla isteyebileceğimiz tek kişiden, Rabbimizden her ihtiyacımızı istiyoruz. Padişahın kapısına gidip de onun Allah’tan istediğini görünce “Eh padişah bana ne versin, o da muhtaçmış,” diyen Arif dede gibi…
Abdullah b. Ömer Efendimiz (s.a.v.) duanın kabul olduğu Cuma saatini yakalamak telaşı içinde Ebu Musa el-Eş’ari (r.a.)’e soruyor: “Cuma günü duaların kabul edildiği zaman hakkında babanın Resûlullah (s.a.v)’den bir hadis rivayet ettiğini duydun mu?” O da cevap veriyor: “Evet, evet, duydum. O vakit, imamın minbere oturduğu andan namazın kılındığı zamana kadar olan süre içindedir, demişti babam.”[5] 
Bu müjde ile bugün duanın bereketinden faydalanmak için dua ile doluyor dillerimiz ve göğe doğru açılıyor ellerimiz. Kendi ihtiyaçlarımız için değil sade, ailemiz, komşularımız, akrabalarımız, ümmet-i Muhammed (s.a.v.)’in cümlesi için kalkıyor ellerimiz.
Peki, Habibullah Efendimiz (s.a.v.)’e duayı unutacak mıyız? “Günlerinizin en faziletlisi cuma günüdür. Bu sebeple o gün bana çokça salât ü selâm getiriniz; zira sizin salât ü selâmlarınız bana sunulur,”[6] buyurduğuna göre, Havz-ı Kevser’in başında buluşmak ümidiyle salat ü selamla dolar dillerimiz bugün.  
Bu gün günlerden Cuma… Rabbim feyz ü bereketinden ayırmaya.








[1] (Müslim, Cum`a, 17-18)
[2] (Cuma, 9)
[3] (Buhârî, Cum`a, 6-19)
[4] (Buhârî, Cum`a, 37; Talâk, 24; Daavât, 61; Müslim, Müsâfirîn, 166-167, Cum`a 13–15; Tirmizî, Cum`a, 2; Nesâî, Cum`a, 45; İbni Mâce, İkâmet, 99)
[5] (Müslim, Cum`a, 27; Müslim, Cum`a, 26; Ebû Dâvûd, Salât, 203; Tirmizî, Cum`a, 5; İbni Mâce, İkâmet, 62, 81)
[6] (Müslim, Cum`a, 16; Ebû Dâvûd, Salât, 202; Nesâî, Cum`a, 45)

3 Temmuz 2016 Pazar

Bayram'ımız mübarek olsun cümleten

Ramazan Bayram'ımız mübarek olsun dostlar.
"Oruçlunun iki sevinci vardır," buyuruyor Sevgili Peygamber'imiz Efendimiz (sav).
Birincisini yaşayacağız pazartesi sabahı.
Otuz uzun ve sıcak günde gayretle sabırla aşkla orucumuzu tamamladık ve bayram sabahı bunun tadını çıkaracağız.
Önce şükür kasdıyla vacip olan Bayram namazımızı kılacağız. Ardından birbirimizi tebrik edeceğiz büyük bir İmtihanı geçtiğimizden dolayı.
Daha doğrusu beyler namaza gidecek. Biz HANIMLAR kahvaltı ve çocukların büyük ana hazırlanmasıyla meşgul olacağız. Beyler namazdan geldikten sonra ev halkı olarak birbirimizi kutlayacağız.
Çocuklar oruç tutmuşlarsa eğer daha bir taltif ve takdir edilecekler. Hediyelerini ve bayram harçlıklarını alacaklar. Zaten günlerdir bayramlıklarını giyip el öpüp kutlanacakları bu günü beklemiyorlar mıydı?
Biz büyükler de en az çocuklar kadar sevinçli değil miyiz?
Özlediğimiz kahvaltı sofrasında Ramazan-ı Şerifi sağ selamet uğurladığımız için
Sıcak ve uzun günlerde oruç tutup Cihat sevapları kazandığımız için,
Bütün yıl açmadığımız Nazm-ı Celil'in yaprağını kaldırıp okuyabildiğimiz için,
Kendimizden başkasını düşünmeyi öğrendiğimiz, açın halinden anlayıp iftar soframızı paylaştığımız için,
Merhameti öğrenip ailemize, ana babamıza, komşuya akrabaya ilgi gösterdiğimiz için,
Zekat ile malımızın, Fıtır sadakası ile canımızın sadakasını verdiğimiz için,
İftar ve sahur sofralarının bereketini ailemizle paylaştığımız için...
Hele Ramazan boyunca bir yetimin başını okşadı istek, kendi çocuğumuzla bir yetime de bayramlık alıverdi isek başındaki saçların sayısınca alacağımız sevaplara şükrederek daha bir sevineceğiz.
Ramazan boyunca dilimizi tuttuk da gıybetten kötü sözden uzak durabildiysek ve öfkemize sahip olabildiysek orucumuz kabul olundu diye sevincimize diyecek yoktur.
Hele de bayram sabahı anne babamızla eşimiz ve çocuklarımızla kahvaltı edebiliyorsak keyfimize diyecek yoktur.
Hanımlar genellikle kendi anne babasıyla değil de eşinin anne babasıyla oldukları için mahzun olurlarsa da onlar da kazanacakları sevaplar için huzur duyacaklar. Bayram'ın ilk günü yanlarında olamadıkları anne babaları için dua edecekler.
Bayram'ın ilk günü kız evlatlarından uzak kalan ana babalar da evlatları şehit düşmüş ebediyete göndermiş, gurbetten gelememiş ana babaların yüreğinin nasıl yandığını düşünüp yavrularının sağlığına şükredecekler.
Bayram günleri de Ramazan kadar sevap kazanma günleri, birer fırsattır. Büyükleri, küçükleri sevindirmenin, hısım akrabayı konu komşuyu ziyaret edip hal hatır etmenin, yetimi, muhaciri hediyelerle ziyaretin sevabı...
Eşini, evlatlarını onların ailesini ve dahi arkadaşlarını sevindirmenin sevabı...
Her biri sünnet- i müekkede olan bu güzel işler teravih kılmak kadar, teheccüt kadar, sabah namazının sünneti kadar sevaptır. Hatta daha sevap belki. Çünkü "İster isen rızayı Teala'yı bir gönüle giriver," denilir.
Bu özellikle en yakınlarımızın gönlü olsa daha da sevaplı olacağından sevincimiz de kat kat artar.
Bayram günü sevinçler arttıkça artar.
Hüzünler de öyle. Ramazan da naifleşen yüreklerimizle hüzünlü insanların hüzünlerini paylaşıp Gönül'lerine girivermek de ayrı bir sevinç kaynağı elbet.
Her cümle için yüreğimden bir çok örnek geçse de birini anlatmadan edemeyeceğim.
Resulümüz Efendimiz (sav) bayram günü gelen bir misafirini büyük bir heyecanla karşılar. Gözyaşlarını tutamaz ve ona hediyeler sunar. Misafir gittiğinde çevresindekilerin meraklarını gidermek için "Bu hanım  Hatice'nin sevdiği bir arkadaşıydı," der. Eşine verdiği kıymeti böyle göstermiştir Alemlere rahmet.
"Bayram günü müminin iki sevinci vardır," buyurmuşlardı Efendimiz (sav). Biri iftar etmenin yani Bayram'a ulaşmanın sevinciydi. İçinde ne büyük sevinçler barındıran bir büyük mutluluk kaynağı Ramazan Bayram'ı.
"İkinci sevinç ise Rabbimizin huzuruna vardığımızda oruçtan dolayı duyacağımız sevinç. İçinde ne büyük mutluluklar bulunabileceğini ne tahmin ne idrak edemeyeceğimiz sonsuz bir sevinç. Rabbimizin Rıza'sı ise hepsinden öte!
Orucumuz ve Bayram'ımız  mübarek ola dostlar, sevincimiz, Neşe'miz bol ola. Yitirdiğimiz kardeşlerimiz, uzaktaki evlatlarımız için hüznümüz olsa da...