1970'te doğdu, talebelik, öğretmenlik, vaizlik, yazmak, en önemlisi annelik bütün hayatı

30 Aralık 2017 Cumartesi

RIHLETÜ'L-HADİS



Rıhletü’l-Hadis
Bir gezgin olduğum için çok önceden görmek istediğim bir yerdi İngiltere. Sürekli erteliyordum.
Şimdi bir ilim Talebesi olarak çıktım yola. Birmingham’da dört gün devam edecek olan Şemail-i Şerif hadislerinin rivayeti için...
Doğru duydunuz. Hadis rivayeti için dedim. Benim için de inanması zordu ama şimdi buradayım. 
Adlarını bildiğimiz bütün büyük imamların, İmam Ebu Hanife’nin, İmam Malik’in, İmam Suyuti’nin, İmam  Nevevi’nin İmam Gazali’nin ve daha nicelerinin yolundan gittik ve bir hadisi ravisinden almak üzere kalkıp buralara geldik.
Kendimi eski devirlerde bir hadisi en iyi raviden almak üzere yolculukların yapıldığı, Şam’a Bağdat’a Kufe’ye gidildiği zamanlarda gibi hissediyorum. Yalnız Ciddi bir fark var. Bağdat’ta ya da Şam’da değil İngiltere’de Gayri müslim bir yerdeyiz.
Gerçi Birmingham bir müslüman şehri olmuş çoktan. Sokaklar çarşılar dükkanlar mahalleler hep müslüman. Her ülkeden her dilden müslümanlar... 
Camide yere bağdaş kurup oturuyoruz. Kitaplarımız kucağımızda büyük bir dikkatle hadis şeyhini dinliyor ve notlar alıyoruz. 
Cami dolu; 3000 kişi olduğundan bahsediliyor. İnsanlar Birleşik Krallığın ve dünyanın her yanından toplanmışlar. Pakistanlı çoğunlukta ve İngiliz İtalyan Türk Arap birçok milletten ilim talebeleri toplanmışlar.
Bir zamanlar ilim talebi için Doğuya doğru gidilirken şimdi batıya doğru gidiliyor. Bizim şer zannettiğimiz işlerden nice hayırlar hasıl oluyor. 
Moğol istilası sonucu ilim merkezlerinin ciddi şekilde yer değiştirdiği gibi günümüzde Şam gibi ilim merkezlerine yapılan saldırılardan sonra yine ilim batıya kayıyor. Şam’dan Türkiye’ye mağribe kadar ve dahi buralara kadar.
Biz de hep hayalini kurduğumuz rıhledeyiz şimdi. Elhamdülillah bu yaşta ve bu devirde nasip oldu.
Hadis ilminde rıhlenin özel bir yeri var. Rıhle yolculuk demek. Bir hadisi ravisinden almak için yapılan yolculuk. Böylece hadisi ilk ağızdan en güvenilir kişiden öğrenmek imkanı hasıl oluyor. 
Bir hadisi muttasıl senedi olan bir raviden öğrendiğinizde siz de artık o zincirin bir halkası oluyorsunuz.
Dinin ilk kaynaklarından ikincisi olan Hadislerin güvenilirliği için bu çok önemli.
Kitap şeyhin kendi tasnifi. Şemail yani Efendimiz (S.a.v.)’in yaşam tarzını anlatan hadislerden oluşuyor. 
Şimdiye kadar birçok Şemail kitabı tasnif edilmiş. En meşhuru ve en çok okunanı İmam Tirmizi’nin Şemaili olmuş.
Şeyh Muhammed Ebu’l-Hüda el-Yakubi günümüzde kolay okunur bir Şemail tasnif etmiş. 
Kendisi Şam-ı Şerif’in büyük alimlerinden birisi. Kütüb-i Sitte hafızı. Aynı zamanda İmam Buhari, İmam Tirmiz’i, İmam Nevevi Hazretlerine kadar uzanan muttasıl ravi zincirinin son halkası.
Şey Muhammed el-Yakubi Şam’da Emevi Camii’nin hatibi iken israil işgalcidir dediği için esed rejimi tarafından sınırdaşı edilmiş.
Şimdi Fas’ta yaşıyor ve orada talebe yetiştirmeye devam ediyor. Birçok talebeler yetiştirmiş. 
Biz de onun ilminden faydalanmak isteyen seçkin bir talebe grubuna katıldık dört günlüğüne. Rabbim istifade etmek nasip etsin. Günümüzde yapılmayan bu hadis rıhlelerini artırsın. Amin.
Gülsüm Sezen 
30.12.2017



6 Aralık 2017 Çarşamba

KUDÜSTE VARLIĞIMIZ İLELEBED DEVAM EDECEKTİR

Suffe İslami İlimler Merkezi Öğrencilerimizden Büşra Koç'un Suffe İslami İlimler Yıllık Bültende yayınlanmış olan Kudüs Tarihi ve Ecdadın Eserleri yazısını buraya olduğu gibi koymayı borç bildim. "Kudüs kıyamete kadar fiili cihadın merkezidir." Orada geçmişte olduğu gibi şimdi de varlığımızı göstermek zorundayız.








23 Kasım 2017 Perşembe

Sen Allah’ı görmüyorsun ama O seni görüyor.

Hz. Ömer Efendimiz (r.a.) lisanen çok az hadis rivayet etmiştir. Onların hepsi de dinin temel prensipleriyle ilgilidir. Bunlardan biri de Cibril hadisi adıyla meşhur olmuştur. İmam Nevevi’nin Kırk hadisinin ikincisidir. Birincisi niyet hadisi idi…
Hz. Ömer Efendimiz şöyle anlatıyor:
“Biz bir gün Allah Resulünün (s.a.v.) yanında otururken hiç tanımadığımız bir kimse çıkageldi. Elbisesi bembeyaz, saçı simsiyah idi. Üzerinde herhangi bir yolculuk alameti de yoktu. Doğruca Resulullahın (s.a.v.)  yanına oturup dizlerini onun dizlerine dayadı, ellerini de dizlerinin üzerine koyarak şöyle dedi:
“Ey Muhammed (s.a.v.) İslâm nedir?”
Allah Resulü (s.a.v.) “İslam, Allah’tan başka ilahın olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Resulü olduğuna şahitlik etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, gücün yettiği zaman hacca gitmendir.”
“Doğru söyledin,” dedi. “İman nedir?”
Biz onun hem sorup hem de tasdik etmesinden dolayı şaşırmıştık.
Allah Resulü (s.a.v.): “İman, Allah’a meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, hayrı ve şerri ile kadere inanmandır,” buyurdu.
O kimse, “Doğru söyledin, peki kıyamet ne zaman?” Dedi.
Allah Resulü (s.a.v.) “Bu konuda sorulan, sorandan daha bilgili değildir” buyurdu.
“Öyleyse kıyametin alâmetlerinden bahset,” dedi.
Efendimiz (s.a.v.) “Cariyenin efendisi, doğurması ve ayakkabısız, çıplak ve fakir koyun çobanlarının bina yapma yarışına girdiklerini görmendir,” buyurdu.
Bu kimse ayrıldıktan sonra bir süre bekledim.
Allah Resulü (s.a.v.), “Ey Ömer! Biliyor musun soru soran kimdi?” buyurdu.
“Allah Resulü (s.a.v.) daha iyi bilir,” dedim
Efendimiz (s.a.v.) de “O Cebrail’di. Size dininizi öğretmek üzere geldi.” buyurdu.
İman ve İslam
Cibril hadisi olarak bildiğimiz bu hadisi şerif dinin bütün inanc ve ibadet esaslarını taşır, bedeni ve kalbi amelleri kapsar. Şer’i ilimleri, tasavvuf ve ahlakın özünü, Müslümanın hayat tasavvurunu içine alır.
Bu yüzden hadis âlimleri onu, hadislerin anası manasında “Ümmü’s-Sünne” diye adlandırırlar. Tıpkı Fatiha suresine “Ümmü’l Kitab” denilmesi gibi… Çünkü O da Kur’an’ın bütün manalarını içermektedir.
Hadiste konuların ele alınış sırası dikkate değer bir husustur. Zahirden batına doğru bir Müslümanın karakteri resmedilmektedir.
Efendimiz (s.a.v.) önce İslam’ın şartlarını sonra iman esaslarını bildirilmiştir. Bu esaslar dahi bir sıraya konulmuştur. Bize kadar da tevatüren gelmiş ve bizde bu konuları önem sırasına göre bu şekilde öğrenmişizdir.
Hucurat Suresinde Arabilere iman ettik dediklerinde “Müslüman olduk deyin, iman henüz kalplerinize yerleşmedi. fakat Allah'a ve Resulune itaat ederseniz amellerinizden hiç birşey eksiltirmez,” (Hucurat,14) emredildiği ve imanın zamanla kalpte yerleşeceği düşünülürse önce zahiri ameller bildirilmiştir.
Kelime-i şehadet dinin kapısıdır. Onun direkleri namaz, duvarları oruç, çatısı zekât ve pencerelerini hac olarak düşünebiliriz. Bu ibadetlerin her biri Müslümana bir kimlik kazandırır.
İman kalbin bir ameli, evin temeli yerindedir. İman olmadan yapılan bütün ameller boşa gider. Nitekim münafık da bu amelleri işlemektedir.
İman öncelikle Allah’ın varlığına birliğine, bütün cemal ve kemal sıfatlarla mevsuf olduğuna, noksanlıklardan münezzeh olduğuna, cümle mahlûkatı yarattığına ve her an üzerlerinde dilediği gibi tasarrufta bulunduğuna inanmaktır.
Sonra, her an Allah’ın emirlerini yerine getirmekte olan meleklerine, Onun dinini insanlara haber vermekle görevlendirilmiş, mucizelerle desteklenmiş, sadık peygamberlerine, onlara verilen kitaba, ahiret gününe, kıyamete, dirilişe, haşre, hesaba, mizana, sırata cennet ve cehenneme inanmaktır.
Rabbimizin ve “Biz her şeyi bir kader üzere yarattık” (Kamer, 49) ayeti kerimesinde birçok ayette emrettiği üzere kadere inanmak da imanın şartlarından biridir.
İbn Abbas (r.a.)’ten rivayet edilen bir hadiste Efendimiz (s.a.v.) “Biliniz ki, bir grup insan size bir fayda vermek için toplansa Allah’ın yazdığından fazla bir şey veremezler. Ve bir grup insan da sana bir zarar vermek isteseler Allah’ın yazdığından başka bir şey yapamazlar.” buyurmuştur.
İhsan, İman ve İslam’ın özü:
İslam ve İman şeriatın özü ve aslıdır. İhsan ise bu amelleri güzelleştiren ve mümine bir hayat tasavvuru, olgun bir şahsiyet kazandıracak olan özdür.
İhsan, dilimizde infak ve sadaka kelimeleri ile eşleştirilmiş olsa da, güzelleştirmek demektir. Müminin kalbini güzelleştirmesi, güzel duygularla ve düşüncelerle donatması, halisane Allah’a yönelmesi demektir.
İhsan Allah’ı görüyormuş gibi davranmaktır. Efendimiz (s.a.v.) “Sen Allah’ı görmüyorsun ama O seni görüyor,” buyurmaktadır.
İhsan imanı derinleştiren, amelleri, ahlakı güzelleştiren bir şuur halidir. Bir Müslümanda bu şuur oluştuktan sonra o artık gerçek bir imana sahip olur. Kime iman ediyorum, kime ibadet ediyorum, kimden ummalı ve kimden çekinmeli bilir. Yalnız Rabbine yönelir.
İhsan, niyetini halis tutma ve işini en güzel şekilde yapma şuurudur. İhsan, haramdan uzak durma helali israf etmeme şuurudur. Neticede ahirette hepsi karşısına çıkacaktır.
İhsan, bir gönül kırmama, bir canlıya zarar vermeme, kamu malını koruma ve dahi Allah’ın yarattığı her bir zerreye karşı şefkat nazarıyla davranma, Allah’ın kullarına faydalı olma şuurudur.
Öyleyse kul Rabbini görmek hissiyatıyla yaşamalıdır. O’nun her an gördüğünü bir an olsun unutmamalıdır. Tıpkı Yunus Emre’nin kimseden gizli bir köşe bulamayıp da elindeki hayvanı kesemediği gibi…
Sorulan sorandan daha bilgili değil!
Bu soru, bizlere bir farkındalık kazandırmaya yöneliktir. Dünyanın gelip geçici olduğu ve insanların dünyada ebedi kalacağını zannederek yaşadıkları farkındalığı…
Bir ibret nazarı, bir Müslüman zihniyeti kazanmak için dünyanın geçiciliğini anlamak temel bakış açısıdır.
Dünya geçicidir, vakit daralmıştır, kulluğumuzu daha iyi yapmak için daha gayretli olmak elzemdir. İnsan ölecek, dünyanın kıyameti kopacak, bu dünyaya çakılan kazıklar yok olup gidecektir.
Bu şuurla her an uyanık olmak, her an kendini kontrol etmek, şeytana ve düşmana aman vermemek, nefsine uymamak hali kazanır Müslüman.
Cariyenin Efendisini doğurmasını hadis âlimleri bir müjde olarak yorumlamışlardır. Fetihler artacak, İslam beldeleri çoğalacak, cariyeler çocuk doğurmakla Müslümanların sayısı artacaktır, denilmiştir.
Cariye çocuk doğurduğu vakit efendisine nispetle çocuğu da efendisi yerinde olacaktır. Bunu cahilliğin artacağı, çocuğun annesine hürmet etmemesi şeklinde yorumlayanlar da olmuştur. Yüksek binaların artması da zenginliğin artması ya da gösterişin artması şeklinde farklı şekillerde yorumlanmıştır.
Öğreten ve öğrenenin edepleri:
Hadis âlimleri bu hadisi şerifi bir de eğitim psikolojisi açısından ele almışlardır.
Öncelikle soru-cevap şeklinde bir mizansen öğretimde etkili bir yöntemdir. Cebrail (a.s.) insan kılığında gelip İslam’ın temel prensiplerini sorarak öğrenmeyi göstermiş, soru sormanın ve öğrenmenin edeplerini de göstermiştir.
Bir öğrenci olarak öğrenmeye tertemiz bir kıyafetle gelmiş, kemali edeple hocasının huzuruna oturmuştur. Hocanın tam önüne hem de dizlerini yaklaştıracak şekilde oturmuş, ellerini dizlerinin üzerine koyarak bütün dikkatini hocasına vermiştir.
Sorularını öğrenmek kastıyla, net ve anlaşılır şekilde sormuş, dolayısıyla net cevaplar almıştır. Böylece Cibril (a.s.) ilim talebesinin edeplerini göstermiştir.
Efendimiz (s.a.v.) de soru sorana, ilim talep edene cevap verilmesi gereğini bizzat uygulayarak göstermiştir.
Yine Efendimiz (s.a.v.) Kıyametle ilgili soruya “Bilmiyorum,” demek suretiyle, âlimin en önemli edebini göstermiştir. Her şeyi bilen Bir Allah’tır ve kullar her soruya cevap verirse yalan söylemiş olurlar. “Bilmiyorum,”  demek ilmin yarısıdır.
Hz. Ömer, bir dinleyici olarak konuşmanın arasına girmeden dikkatli bir şekilde dinlemiş, konuşmayı bölüp araya girmemiş, şaşırdığı merak ettiği bir hususta Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir açıklama yapıncaya kadar edeple oturup beklemiştir.
Yine Efendimiz (s.a.v.) kendisine bir soru yönelttiğinde ki bu talebenin dikkatini celbetmeye yönelik bir sorudur, hemen bilgiçlik taslayıp cevap vermemiş “Allah ve Resulü daha iyi bilir,” diyerek edeple cevabı beklemiştir.
Bir ilim talebesi de hocanın huzurunda böyle davranmalıdır. Bu edepler sayesinde Allah ilmin kapılarını açar ve İmama Neveviler, Ebu Hanifeler, İmam Gazaliler yetişir.
Rabbim efendimiz (s.a.v.)’in sünnetinden feyz almayı ve şefaatlerini nasip eylesin.
Not: İlim Öğrenmenin edepleri konusuna İmam Gazali’nin İhya’sından bakmakta fayda vardır.
Kaynak; İmam Nevevi (h.676), Şerhu Erbeıyn en-Neveviyye
            İbn Dakiyk el-Iyd (706), Şerhu Erbeıyn en-Neveviyye

Gülsüm Sezen

23 Kasım 2017

26 Ekim 2017 Perşembe

İslam Âlimi Olmak


Kimdir İslam Âlimi ve Nasıl İslam Âlimi olunur?
Âlim deyince genellikle gözümüzün önüne başında sarığı, sırtında abası ile yere diz çökmüş, idare lambasının ışığında kitaplarının arasında kaybolmuş bir mübarek zatın resmi gelir. Küçücük ömrüne elle yazılmış dünyanın kitabını sığdıran, bilgiyi yorumu ile yüzyıllarca insanlığa ışık tutmaya devam eden büyük âlimler…
Her türlü teknolojik imkânların, bilgiye ulaşmanın ve aktarmanın kolay olduğu ve bilgi kirliliğinin dünyamızda İslam Âlimi olmak nasıl bir şeydir? Her türlü değerin sorgulandığı, kavramların içinin oyulduğu, dinin dünyevileştiği günümüzde…
Âlim: Herkesin hayran olduğu muhatap kitlesine uygun söylemler geliştiren popüler konuşmacılar, geçmiş ulemayı aradan çıkarıp geleneği yok sayan kimseler mi, ayağı yere sağlam basan, bilgiyi sağlam kaynaklardan alan, yorumlayan, insanlığın hizmetine sunan adı duyulmamış kimseler mi?
Acaba bilgiyi bir yerden alıp başka bir yere kopyalayan ilim adamı ile ilmi kendisinde deruhte etmiş ve onu öğreten âlim arasındaki farkı nasıl bileceğiz?
İslam Âlimi öncelikle Kur’an ve peygamber dili olan Arapça’yı konuşabilecek, temel klasik metinleri okuyabilecek ve kitap yazabilecek düzeyde vakıf olmalıdır. Arapçasız âlim olmaz.
İslam âlimi itikadı sağlam, İslam'ın varlık, bilgi, hakikat anlayışını benimsemiş ehlisünnetin itikat esaslarını benimsemiş ve ilmi imanın hizmetine vermiş bir kişidir.
İslam âlimi düşünce, yorum ve hüküm çıkarma metodu olarak usul-i fikh’ı kullanır. Zira “Usulsüzlük vusulsüzlüktür”. Günümüzde usul-i fıkh yerine Batı’dan ithal bazı metotlar dini anlamada yanlış yollara götürmektedir.  
Usul-i fıkh sadece İslam hukukunun değil, hem Kur'an'ı, hem hadisi anlamanın ve hüküm çıkarmanın metodudur.
Kur’an, meal ve hadis okumalarında bir yorum metodu olarak mutlaka usul-i fikhın kullanılması gerekmektedir yoksa bu kutsal metinleri metotsuz yorumlamaya kalkmak, keyfi yorumlara, ciddi yanlışlara yol açar.
Bir İslam âlimi katkı yapacağım diye eskiyi tamamen yıkıp sıfırdan yeni bir ilim ve ilim sistemi inşa edemez. İhya ve tecdit, İslam’ı yenilemek değildir, uygulamayı yenilemektir.
Çünkü İslam kemale ermiştir ancak Müslümanların uygulamalarındaki bidat ve sapmaları düzeltmek ve değişen şartlar içinde şer’i ahkâmın ve Nebevi sünnetin nasıl tatbik edileceğini göstermek gerekmektedir.
İslam âlimi dini ilimlere vakıf olduğu kadar, sünnetullah dediğimiz fenni alanlarda da ihtiyaç kadar bilgi sahibidir ve bu ilmi dini insanlara tebliğde kullanabilecek yeterliliktedir.
Fen ve tıp alanlarında uzmanlaşmış olan kimselerin âlim vasfını kazanmaları da dini ilimlerde yeterli bilgiye sahip olmaları ve bunu mesleklerinde ve hayatlarında, insanlığa hizmette temel kaynak olarak kullanabilmelidirler.
İslam âlimi edep ve tevazu sahibi olmalıdır. Edep sahibi olmayan insan âlim kabul edilemez. Edep eğitimi ilim eğitiminden öncedir. Edebin ölçüsü de Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sünnetidir.
Edepler âlimin hem hayatında hem ilim öğrenmede hem ilmini öğretmede feyzini artırır ve ve şanını yüceltir.
İslam âlimi ilmiyle amel eder. İlmi, merakını gidermek veya kariyerinde ilerlemek için değil, ihlas ve samimiyetle kemale ererek Allah’ın rızasını kazanmak için öğrenir ve öğretir. İslam eğitiminin amacı ihsan sahibi insan-ı kâmil yetiştirmektir.
İslam âlimi takva sahibidir; azimetle amel eder, şüpheli şeyleri terk eder. Hakiki ilim talebelerinin ilimleriyle birlikte takvaları da artar, ilim ve takva doğru orantılı olarak artmazsa şahsiyet ve davranış problemleri ortaya çıkar. Takva sahibi olmayan âlimler, ilimlerini şahsi kaprislerini tatmin ve menfaat temini için kullanırlar, nefsin ve şeytanın aleti olurlar.
Ayrıca ilmi geçim kaynağı veya kariyer değil bir ibadet olarak görür. İlim öğretirken amacı dünyalık menfaatler elde etmek değil, Allah rızası için beşere hizmet olmalıdır. Bunu temin bir âlimin geçimini temin edeceği bir mesleği olması tavsiye edilmektedir.
Âlimi muallimliğinden tanırız ancak. O ilmi kendisine saklamaz, insanlığın faydasına sunmak için talebe yetiştirir, geniş kitlelere ulaşmak için eser verir. Bu yolda teknolojik imkânlardan faydalanmayı da ihmal etmez.
Çünkü peygamber varisi olduğunun ve irşat vazifesinin şuurundadır. Bunun yanı sıra birkaç dili de insanlara tebliğ edebilecek düzeyde bilmelidir ki, kitlelere ulaşabilsin.
Alimin ilmini artırmak ve öğretmek vazifesinin yanında günümüzün cihadı olan organizasyon faaliyetleri de olur. Böylece sistemli bir şekilde insanlığa faydalı olabilir.
Nasıl İslam Alimi Olunur?
Doğru bir eğitim usulüyle İslam aleminin ihtiyacı olan kaliteli İslam alimleri yetişmesi elbette mümkündür.
Öncelikle ilim ehli, ihlaslı hocalarla ilim öğrenmeye istekli ve yetenekli, zeki, sabırlı, iyi niyetli talebenin bir araya gelmesi çok önemlidir.
Talebenin niyeti, makam veya şöhret, maddi kazanç değil, Allah rızasını kazanmak ve yaratılmışlara karşı hayır işlemek olmalıdır.
İlim talibi başlangıç olarak en üst seviyede klasik ve modern Arapça yazma ve konuşma becerisini, Arapça eser kaleme alabilecek seviyede kazanmalıdır. Nitekim klasik dönemdeki bütün İslam âlimleri eserlerini Arapça olarak vermişlerdir.
Arapça eğitiminde eskilerin "Alet İlimleri" dedikleri Dil ve Belağat ilimlerini (sarf, nahiv, vad’, mantık, adabü'l-bahs, bedi, beyan, meani) sistemli bir şekilde sırasıyla öğrenmelidir.
Başta İngilizce olmak üzere Batı dillerini öğrenmeli ve bu dillerdeki alanıyla ilgili literatürü rakip etmelidir. Farsça ve Osmanlıcayı öğrenmelidir. Mümkünse başka İslam dillerini de öğrenmeye ve o dillerdeki literatürü de takibe çalışmalıdır.
İslami ilimlerin bütün dallarında bilgi sahibi olup bir tanesinde uzmanlaşmalıdır. Bunu yaparken, nassi (klasik metinden okuma) ve mevdui (yeni yazılmış kitaplardan konu anlatımı şeklinde okuma) metotlarını takip etmelidir.
Fenni, beşeri ve sosyal bilimlerin temel meselelerine ve yaklaşımlara eleştirel bir aşinalık sahibi olmalıdır. Bu bağlamda Doğu ve Batı klasiklerini mutlaka okumalıdır.
Güncel tartışmalar hakkında İslami yaklaşım ve yeni uygulamalara dair fikhi tartışmalar ve fetvalara aşina olmalıdır. Fıkhı mutlaka güncel hayat içinde yorumlayabilecek yeterliliği olmalıdır. Ayrıca İslam âliminin kendisini yazılı ve sözlü olarak ifade etme kabiliyetini kazanması gerekir.
Makale ve kitap yazmayı, fetva vermeyi, hitabeti ve ders vermeyi (pedagoji) öğrenmesi gerekir. Bu hususlar sadece ders öğrenmekle değil, uygulamanın içinde asistanlık ve staj yaparak öğrenilebilir.
İlim adamının rıhle yapması, Doğu ve Batı ülkelerine seyahat etmesi hem yabancı dilini geliştirmesi, hem bilgi ve görgüsünü artırması, hem de oralardaki âlimlerle tanışıp istifade etmesi için son derece önemlidir.
Dünyanın farklı ülkelerini gezip görmek, ilim talibine, ümmetin ve beşeriyetin meselelerini daha iyi anlamasını sağlayacak bir ufuk kazandırır. Bugün saygı duyarak eserlerini okuduğumuz büyük âlimler arasında rıhle yapmayan çok nadirdir.
Ayrıca ilim talibi sosyal organizasyonlara, ilmi, beşeri, hayır faaliyetlerine katılmalı, hocalık vazifesi yapacağı toplumu tanımanın yanısıra, pratik de kazanmalıdır.
Zira kuru kuruya öğrenilen ilmin kimseye faydası olmaz. İlim amel edilmekle ve öğretmekle ilim olur.
Gülsüm Sezen
27.10.2017








17 Ekim 2017 Salı

HİÇ BİLENLERLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU




قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الَّذِينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذِين لَا يَعْلَمُونَ إِنَّمَا يَتَذَكَّرُ أُوْلُوا الْأَلْبَابِ َ
“De ki: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” Ancak akıl sahipleri öğüt alırlar.”  (Zümer, 39/9)
İlimden asıl maksat Allah’ı bilmektir ki ilim sadece akıl sahibi olan insana teklif edilmiştir. Aklını imani bilginin emrine veren kişiye âlim denir. Alim marifetullah sahibidir. Marifetullah, Allah’ı bilmek ise O’na kullukla beraber gelen bir süreçtir.
Kul Rabbinin varlığını birliğini, O’ndan başka bir güç olmadığını bilir ve O’na ibadet eder. İbadet ettikçe kitabi bir bilgiyle değil, Vehbi bir bilgiyle yani O’na yakınlaşmış olmak şuuruyla marifetullaha erişir.
Marifetullah’a ulaşan kul iyi ve kötü zamanlarının O’ndan gelen bir imtihan olduğunun şuuruyla şükür ve sabır eyler. Neticede kullara ve eşyaya kulluktan kurtulup zamana ve mekâna hapsolmaktan çıkıp Rabbini tanır. İşte gerçek ilim, işte Hakikat…
Zaten ayetin baş tarafının meali şöyledir: “İnsanın başına bir sıkıntı geldi mi Rabbine yönelip O’na yalvarır. Sonra Rabbi katından ona bir nimet verilince daha önce yalvardığını unutarak yolundan saptırmak için Allah’a eşler koşmaya kalkar. Deki ona: İnkârcı tutumunla biraz eğlen dur bakalım. Gerçek şu ki sen ateşi boylayacaksın. Şimdi bu adam mı yoksa ahiret kaygısıyla, Rabbinin rahmetine nail olma ümidiyle gece vakitlerinde secde ederek, ayakta durarak, kendini ibadete veren kişi mi daha iyi? Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?
İman ilimle beraber gelen bir husustur. Allah’ın varlığı ve birliği ile ilgili hissiyat bizim ruhumuzda var olmakla beraber Yüce Rabbimiz merhametinden dolayı peygamberler ve kitaplar göndererek bize kendisini tanıtmıştır. Ayrıca O’na nasıl kulluk edeceğimizi ve yeryüzünde nasıl bir düzenle yaşayacağımızı peygamberleri vasıtasıyla bize bildirmiştir. Bu bilgiye inanan Rabbini tanımış ve iman etmiştir.
Oysa ruhundaki ilahi bilgiyi küfürle örten inatçı zalimler ne peygamber ne kitap tanımışlardır. Kulluk insanın yapısında fıtratında var olduğu için de bu sefer nefsine, paraya, şöhrete ve şeytana kulluktan kurtulamamışlardır.
Rabbimizin ilimden kastettiği işte bu imani bilgidir. İnsanı her türlü esaretten kurtarıp tevhide ulaştıran, Rabbini tanıtan ilimdir.
İlim sahipleri de ibadetle ve salih amellerle ruhunu Allah’a yakınlaştıran, yaptığı her işin ahirette bir sonucu olduğu şuuruna erişmiş kişilerdir. Bu yüzden ilim sahipleri, âlimler ayeti kerimede “gece boyu secde ve kıyam ile Rabbinin huzurunda duran, ahirette ilahi rahmete erme ümidi taşıyan kimseler olarak tarif edilmiştir.
Yoksa kitapları okuyup okuyup sırtında yük taşıyıp da o bilgi ne ruhuna ne sadrına ne hayatına hiçbir şekilde tesir etmeyen kişiler alim olmak bir yana dünyalık menfaati için Kur’an ayetlerini satan kimselerdir.
Alim odur ki, İlahi bilgiye yani marifetullaha  sahip ola ve huşu ile Rabbinin huzurunda gece secdeye gündüz kıyama dura. Gece ibadetle ve dua ile meşgul olurken, gündüz Allah’ın yeryüzünde murad ettiği Hakkaniyeti tesis ede. Adalet, sabır ve şükür ile kaim ola…
Gülsüm Sezen
25.09.2016

16 Ekim 2017 Pazartesi

İLİM FARZDIR

Her nerede ve ne yaşta olursanız olun...
Türkçe’ de “ilim” bilme, bilgi, bilim gibi kelimelerle karşılık bulur. Kuran-ı Kerim’de 725 yerde “ilim ve türevleri” olan kelimeler geçmektedir. Ayrıca akıl, fikir, nazar, ibret gibi ilimle yakından alakalı birçok kelime de Yüce Kitabımızda çokça yer alır. Kur’an-ı Kerim’de bu kavramların bu kadar çok geçmesi İslam’ın ilme verdiği değeri gösterir.
“Allah, kendinden başka ilah olmadığına şahittir. Meleklerle ilim sahipleri de hak ve adalet üzere durarak şahittirler. Ondan başka hiçbir ilah yoktur, Aziz ve hâkimdir. (Ali-İmran, 18) “Allah içinizde iman edenleri yüceltir; bunlardan kendilerine ilim verilmiş olanların kat kat derecelerle yükseltir.” (Mücadele, 11) “(Habibibim) de ki; hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 9)
İlim Allah’ın insanlara vermiş olduğu akıl nimetinin vazgeçilmez ihtiyacıdır. Çünkü insanın onuru ile bağdaşmayan her türlü eksiklik, yanlışlık ve çirkinliklerden korunmanın en güvenilir yolu ilim sahibi olmaktır. Bütün İslam bilgin ve düşünürleri “İnsanın kendi kişiliğine karşı ilk görevlerinden birisi de ilimle bezenmesidir” derler. Peygamberimiz (s.a.v.) “Alimlerin abid’e üstünlüğü, dolunay gecesindeki ayın yıldızlara üstünlüğü gibidir.” (Ebu Davud, İlim, 12) “İlim öğrenmek her Müslüman farzdır.” (İbni Mace, İmam Ahmed)
Öğrenilmesi gereken ilim iki kısımdır. Farz-ı ayn ve Farz-ı kifaye olan ilimler;
Her müslümanın içinde bulunduğu halle ilgili ilimleri öğrenmesi farz-ı ayndır.        İslam’ın temeli olan kelime-i şehadet, namaz, oruç, (malı varsa) zekat ve hac farz olduğu için, her müslümanın bu ibadetlerin farz hükümlerini bilmesi farz, vaciplerini bilmesi vaciptir.
Ticaretle uğraşan kişilerin alış-verişle ilgili hükümleri bilmesi farz-ı ayndır. Ayrıca her müminin Allah’a yönelme, tevekkül, Allah’tan hakkıyla korkma, hükmüne razı olma gibi kalbi bilgileri öğrenmesi de farzdır. İnsanın günlük yaşamını devam ettirmesi için gerekli ilimleri öğrenmesi farzdır. Meslek erbabının da kendi mesleği ile ilgili bilgileri öğrenmesi farzdır.
Farz-ı kifaye ilimler ise, Müslümanların bir kısmının öğrenmesinin yeterli olduğu ilimlerdir. Mesela tıp ilmi farz-ı kifayedir.  Toplumda bazı insanlar öğrenirse yeterlidir. Bununla beraber bir doktorun kendi mesleğini iyi öğrenmesi farz-ı ayın olur.
İlmin yaşı ve yeri yoktur. “Onlardan bir kısmı din ve şeriat ilimlerini öğrenmek için geri kalsın” (Tevbe, 122) ayeti kerimesinde savaş sırasında bile ilim korunmuş, insanlar cahil kalmasınlar diye ilim ehlinden bir kısmının savaşa gitmemesi, insanları irşad etmesi emr olunmuştur.
Peygamberimiz (s.a.v.) “Beşikten mezara ilim öğreniniz.” buyurmuştur. Her müslümanın vakit geçirmeden ilme başlamasını, tamamlayamasa da mükâfatını göreceğini ifade etmişlerdir. Rivayete göre; İmam-ı Azam’ın talebesi Hasan b. Ziyaf 80 yaşında iken fıkıh ilmini tahsil etmeye başlamış, bundan sonra 40 sene fıkıh öğrenmiş, 40 sene fetva vermiş ve 160 yaşında vefat etmiştir.
İbni Mes’ud ve İbn’i Abbas (r.a.) Efendimiz’den “İlim, Çin’de bile olsa öğreniniz” sözünü rivayet etmişlerdir. (Taberani) “İlim yitik mal gibidir, arayıp bulmalıdır” atasözümüzün ve en önemlisi ayet ve hadislerin ifadelerinden de anlaşıldığı gibi, her insan yaşı, cinsiyeti, medeniyeti ne olursa olsun her yerde doğru ilmin peşinde koşmalıdır. Bize Allah’ı bulduran ve ulaştıran, her ilim insana gereklidir. Evet, İlmin kaynağı Kuran-ı Kerim’dir. Kur’an-ı Kerim’in ilk inen ayetlerinin “Oku! Allah’ın adıyla oku! Oku! Rabbin en büyük Kerem sahibidir. O kalemle yazmayı öğretendir. İnsana bilmediğini öğretendir.” (Alak, 1–5) olması; bize ilim öğrenmenin insana ne büyük bir şeref nimet ve lütuf olduğunu açıkça göstermektedir.
İlim Allah’ın sıfatlarındandır. Allah kullarında cehaleti değil, ilmi görmek ister.  Peygamberler de yeryüzüne cehaletle savaşmak, hakkı hâkim kılmak, böylece tüm insanların hayır ve saadete ulaşmalarını sağlamak için gönderilmişlerdir. Peygamberimiz (s.a.v.) “Âlimler Peygamberlerin varisleridir” buyurmuşlardır.
Hasan-ı Basri (r.a.) diyor ki; “Âlimler olmasa insanların diğer canlılardan farkı kalmazdı. İlimle insanlar insanlık seviyesine ulaşmışlardır. İlmin üstünlüğü apaçık ortadadır. İlim tüm kâinatta sadece insana mahsustur. Cesaret, atılganlık, kuvvet, cömertlik, fedakârlık, şefkat gibi sıfatlar hayvanlarla insanlar arasında ortaktır. Hatta tek bir vasfı ele alıp yarışa girsek hayvanlar o sahada bizi geçer. Mesela; kimyager uğraşır, uğraşır bir arıyla yarışamaz.  Bir ipek böceği yaprakları çiğner ipek meydana gelir. İnsan tüm teknolojiyi kullanarak fabrikalar kursa da aynı kalitede ipek üretemez. Ama Allah; insana akıl ile bilme ve bilerek yapma yetisini vermiştir. İnsanoğlunda tüm sahalarda başarılı olma kabiliyeti vardır. Allah (c.c.) bu şeref ve üstünlüğü insana akıl ve ilimle vermiştir. Allah (c.c.) bu kabiliyeti sebebiyle Âdem (a.s.)’ın meleklerden üstünlüğünü ortaya çıkarmıştır.
İnsanoğlunun yaratılış sebebini kavrayamayan Meleklere “Allah Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra onları önce meleklere arz edip eğer siz sözümüzde sadık iseniz şunların isimlerini bana bildirin” dedi. “Melekler Ya Rab! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz, senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz alim ve hakim olan ancak sensin, dediler. “Bunun üzerine Âdem eşyanın isimlerini onlara haber verdi” (Bakara, 31) ayetinde geçen  “Esma-e külleha” kelimesi dikkat çekicidir.
Esma Âlemi: Bir plan-program âlemidir. Zannedildiği gibi Allah-u Teala Âdem (a.s.) sadece varlıkların isimlerini; bu ay, bu güneş, bu çiçek, bu şu veya bu budur diye öğretmemiştir. Bilakis esma insanlığın yeryüzüne geldiği andan itibaren kıyamet sabahına kadar yeryüzünde olup bitecek;  gelip-geçecek her türlü sanat ve mesleklerin bütününü insanoğlunun kabiliyetine yerleştirmesidir. Böylece Esma (isimler): bir varlığı (keşfettiğimiz veya edemediğimiz yönleriyle olduğu gibi tanıtan şey demektir.)
Hikmet ve sırları bulma kabiliyetini taşıyan tek canlı insandır. Bu sayede insan meleklerden üstün olabilmiştir. Bu kabiliyetlerin ortaya çıkarılabileceği tek yer dünyadır. İnsan akıl ve ilmini doğru ve faydalı olan için mi kullandı, Yoksa yanlış ve zararlı olan için mi? kullandı. Bu imtihanı yaşayacaktır. Ve bu gereklidir. Her üstünlük ve nimetin bir bedeli ve sınavı vardır.“Onlar, O’nun ilminden, O’nun dilediğinden başka hiçbir şeyi kavrayamaz” (Bakara, 255) Hangi çağda, neye ihtiyacımız varsa Allah insana o kadarını buldurur. Uçağa ihtiyacın var onu buldurur. İlaca ihtiyacın var onu buldurur. Bu Allah’ın insana bir lütuftur. “Yemin olsun! Biz Ademoğullarını üstün yarattık, onları karada ve denizde vasıtalarla taşıdık, hoş nimetlerle besledik ve onları yarattıklarımızdan çoğununa üstün kıldık.” (İsra, 70)
Allah u Teala kâinatı yaratmış, anahtarını ilim yapmış, anahtarını da bizim elimize vermiştir. Herkes bulunduğu alanda kendisini geliştirmeli ve uzmanlaşmalıdır. Bu konuda en büyük görev annelere düşmektedir. Çünkü toplumu meydana getiren, bilgili, ahlaklı ve en önemlisi ihlaslı evlatları, anneler yetiştirmektedir. Darlıktan, sıkıntılardan, başka ülkelere muhtaç olmaktan kurtulmak için ilim sahibi olmalı ve çok çalışılmalıdır.
Peygamberimiz (s.a.v.) “Faydasız ilimden Allaha sığınırım” buyurmaktadır. (İbni Mace, Ebu Davud, Vitir, 32) Bugün fen ilimleri ne kadar ilerlesede hep Kuran-ın gerisinde kalmıştır. İnsanlık ne kadar ilerlesede kıyamete kadar Kuran hep önde olacaktır. Çünkü tüm ilimlerin kaynağı Kuran-ı Kerim’dir. En son gönderilen ve en mükemmel kitaptır. Buna sahibiz elhamdülillah… Bugün geri kalmış gibi görünen tüm Müslümanlar Kuran-ı Kerime sarılarak, anlayarak ve yaşayarak tekrar Asrı Saadet, Osmanlı ve Endülüs dönemlerine ulaşacak ve daha da ilerleyecektir. Tekrar İbn Haldunlar, Biruniler, İbn Heysemler ve İbn Sinalar yetişecektir. Atalarımız “İlminiz kadar yükselir, cehaletiniz kadar batarsınız” demişlerdir. Hz. Ali (r.a.) buyuruyor ki; “Ey Genç! ilim öğren. Cehalet ardır. Ona merkepten başkası razı olmaz.”         
İlim amel edilirse değer kazanır. Peygamberimiz (s.a.v.) “Dört kişiden ol. Beşinci olma yoksa helak olursun: Ya öğreten ol, ya öğrenen ol, ya dinleyen ol ya da bunları seven ol” buyurmuştur. Eskiden öğrencilere şöyle bir özdeyiş öğretilirdi. “İnsanlar helak oldu, ancak alimler kurtuldu. Âlimler helak oldu, ancak ilmiyle amel edenler kurtuldu.” Peygamberimiz (s.a.v.) “İnsanların en kötüsü ilmiyle amel etmeyendir” buyrmuşlardır. (Darimi, Mukaddime, 29) Yine Efendimiz (s.a.v.)’in hadislerinden öğrendiğimize göre, insanlar dört kısımdır. “Okur, amel eder. Turunca benzer. Tadı da, kokusu da güzeldir. Okumaz, amel eder. Hurmaya benzer. Kokusu yok, tadı var. Okur, amel etmez. Reyhana benzer, kokusu var, tadı yok. Okumaz, amel etmez. Ebu Cehil karpuzuna benzer. Kokusu da yok, tadı da acıdır.”
İlim insana hem dünyada hem ahirette faydalıdır. “Her kim Allah için ilim talep ederse Allah onun rızkına hiç ummadığı yerden kefil olur” denilmiştir. (Suyuti) “Kim din ilmi talep ederse, bu onun geçmiş günahlarına kefaret olur.” (Tirmizi, İlim, 2)  Ayrıca ilimle uğraşan kişinin amel defteri de kapanmaz. “Kişi öldüğünde amellerinin sevabı kesilir. Ancak üç amelin sevabı devam eder. Bıraktığı sadaka-i cariye, kendisiyle faydalanılan ilim, arkasından dua eden salih evlat.” (Müslim, Vasiyet, 14)
İlmi öğretmek de Allah katında çok kıymetli bir iştir. Efendimiz (s.a.v.) Ümmetime ulaştırmak için sünnetimden kırk hadis ezberleyene kıyamet günü şahit ve şefaatçi olurum.” (İhya u Ulumiddin) buyurmuşlardır. Efendimiz (s.a.v.) “Ümmetimden iki sınıf düzelirse bütün insanlar düzelmiş olur. Bozuldukları vakit bütün insanlar da bozulur. Bunlar, amirler ve âlimlerdir” buyurarak ilim öğretenlerin topluma karşı ne kadar vebal altında olduklarını belirtmiştir.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, İlimden asıl maksat Allah’ı bilmek suretiyle ahlak ve adalete dayalı birey ve toplum oluşturmaktır. İlim tek başına bilmekten ibaret kalmayıp uygulamaya dönüşürse, maddi olduğu kadar manevi üstünlük sebebi de olur. Bu takdirde, o kimse, Allah katında üstün bir rütbeye sahip olmuş demektir. İslâm’da ilim ve ilmi araştırmalar her zaman teşvik edilmiş, hatta bu konuda Müslümanların diğer milletlerle yarışması ve onlardan ileri durumda olması, bir mesuliyet olarak Müslümanlara yüklenmiştir. [1]





[1] Kaynaklar
•              Türkiye Diyanet Vakfı, İslam Ansiklopedisi, “İlim” maddesi, c. 22, s. 109-114.
•              Nasr, Seyyid Hüseyin, İslam ve İlim, çeviren, İlhan Kutluer, İnsan yayınları, 1989.          
•              Bilgiz, Musa, Kur’anda Bilgi, İnsan yayınları, 2003.
•              Hamidullah, Muhammed, İslam Peygamberi, çeviren, Mehmet Yazgan, İstanbul, 2004, c. 2, s. 626-669.
•              Fazlurrahman, Sîret Ansiklopedisi, İstanbul 1996, c. 4, s. 135-309; c. 5, s. 289-350.
•              Yazır, Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1982, c. 2, s. 1439; c. 3, s. 1885; c. 4, s. 2513; c. 7, s. 4794; c. 9, s. 6184.