1970'te doğdu, talebelik, öğretmenlik, vaizlik, yazmak, en önemlisi annelik bütün hayatı

31 Mayıs 2016 Salı

Bakara Suresinde Münafıklar


şimşek çakar gök gürler ile ilgili görsel sonucu

Münafık, gönülden inanmadığı halde Allah’ı Peygamberi ve onun bildirdiği diğer iman ilkelerini benimsediğini söyleyen, Müslüman gibi görünen kimse demektir. İnkârcıların en aşağı tabakada olanları bunlardır. Ebedi âlemdeki cezaları da daha korkunç olacaktır.
Kur’an bunu kalpte bulunan nifak hastalığı olarak ifade eder. Münafıklık, ikiyüzlülük bir ahlaksızlıktır. Vicdanda, ahlak merkezinde mevcut bir bozukluğun acı bir meyvesidir. Nifak devam ettikçe bozukluk da hem manen hem davranışlar bakımından devam eder.
Hz. Peygamber (s.a.v.) Mekke döneminde müşriklerle mücadele ediyordu. Medine’ye hicretten sonra bunlara iki sınıf inkârcı daha katıldı: Yahudiler ve münafıklar. Kıyamete kadar da mücadele edilecek olan, batılı seçmiş gruplar bunlardır.
Hz. Peygamber hicret ettiği sırada, Medine’de Yahudiler Araplar üzerine ciddi bir üstünlük elde etmiş bulunuyorlardı. Bunların başını çeken Abdullah b. Übey de reisliği ele geçirmek üzere idi. Hz. Peygamber ve Müslümanların hicretiyle bunlar azınlık bir tebaa konumuna düştüler. Bazı Yahudiler, Müslüman görünerek tekrar eski konumlarını elde etme çabasına girdiler.  Bilhassa Abdullah b. Übey, Bedir savaşından sonra, Müslüman olduğunu açıklamış ve h.9. yılda ölünceye kadar İslam’a zarar vermek için çeşitli komplolar kurmuştur.
Hz. Peygamber (s.a.v.) Allah’ın bildirmesiyle, münafıkların hepsini tanıyordu. Fakat “Muhammed (s.a.v.) kendi arkadaşlarını da öldürüyor,” şeklinde bir propaganda yayılmasını önlemek amacıyla onları öldürmemiş ve belirli bir suçları sabit olmadıkça onları cezalandırmamıştır. Dinimizde asıl olan zahire (görünüşe) göre hüküm vermektir. İnsanların kalbinde ne olduğunu bilemeyiz. Ancak onların söylediklerine göre hükmedebiliriz.
 “İnsanlardan, inanmadıkları hâlde, “Allah’a ve ahiret gününe inandık” diyenler de vardır. Bunlar Allah’ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar. Oysa sadece kendilerini aldatırlar da farkında değillerdir. Kalplerinde münafıklıktan kaynaklanan bir hastalık vardır. Allah da onların hastalıklarını artırmıştır. Söyledikleri yalana karşılık da onlara elem dolu bir azap vardır. Bunlara, “Yeryüzünde fesat çıkarmayın” denildiğinde, “Biz ancak ıslah edicileriz!” derler. İyi bilin ki, onlar bozguncuların ta kendileridir. Fakat farkında değillerdir. Onlara, “İnsanların inandıkları gibi siz de inanın” denildiğinde ise, “Biz de akılsızlar gibi iman mı edelim?” derler. İyi bilin ki, asıl akılsızlar kendileridir, fakat bilmezler. İman edenlerle karşılaştıkları zaman, “İnandık” derler. Fakat şeytanlarıyla (münafık dostlarıyla) yalnız kaldıkları zaman, “Şüphesiz, biz sizinle beraberiz. Biz ancak onlarla alay ediyoruz” derler. Gerçekte Allah onlarla alay eder (alaylarından dolayı onları cezalandırır); azgınlıkları içinde bocalayıp dururlarken onlara mühlet verir.    İşte onlar hidayete karşılık sapıklığı satın almış kimselerdir. Bu yüzden alışverişleri onlara kâr getirmemiş ve (sonuçta) doğru yolu bulamamışlardır.” (Bakara, 8-16)
Bu ayetlere göre münafıkların özellikleri şunlardır:
·       İkiyüzlülük ve yalancılık: Hz. Peygamber Müminleri bu konuda da uyarmıştır. “Münafıklığın üç belirtisi vardır: Haber ve bilgi verdiğinde yalan söyler, söz verdiğinde yerine getirmez ve kendisine bir şey emanet edildiğinde hıyanet eder.” (Buhari, Şehadet, 28; Müslim, İman, 25)
  • Yeryüzünde fesat çıkardıkları, yani her türlü kötülüğü işledikleri halde, “biz ıslah ediciyiz”, barış getirmek istiyoruz gibi insanların hoşuna gidecek kavramları kullanırlar.
  • İman sahiplerini akılsızlıkla suçlar, zamane başka, dünyanın gerçekleri böyle gibi aldatmacalara girerler ve müminleri geri kafalı olmakla suçlarlar.
  • Sözleri hep eğip bükerler ve bugün söylediklerini yarın rahatlıkla inkâr edebilirler.
  • Kendi yandaşlarıyla beraber olduklarında, sürekli müminlerin aleyhine planlar kurar, projeler üretirler. Menfaat için en önemli manevi değerleri dahi satmaktan çekinmezler.

Bu tür insanlar ahrette hüsrana uğrayacakları gibi dünyada da mutlu olamazlar. Rabbimiz onların dünyadaki hallerini, gece ateş yakan ve ateşi sönüveren kimsenin durumuna benzetir.
“Onların durumu, (geceleyin) ateş yakan kimsenin durumuna benzer: Ateş tam çevresini aydınlattığı sırada Allah ışıklarını yok ediverir de onları göremez bir şekilde karanlıklar içinde bırakıverir. Onlar, sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık (hakka) dönmezler. Yahut onların durumu, gökten yoğun karanlıklar içinde gök gürültüsü ve şimşekle sağanak hâlinde boşanan yağmura tutulmuş kimselerin durumu gibidir. Ölüm korkusuyla, yıldırım seslerinden parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Oysa Allah, kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır. Şimşek neredeyse gözlerini alıverecek. Önlerini her aydınlatışında ışığında yürürler. Karanlık çökünce dikilip kalırlar. Allah dileseydi, elbette onların işitme ve görme duyularını giderirdi. Şüphesiz Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Bakara, 17-20)
Kur’an-ı Kerim’de sık sık bu tür teşbihlere başvurulur.  Sıkıntı ve bocalama, depresyon halindeki bir insanın ruh hali, bu kadar canlı somut bir ifadeye ancak Hak kelamında bürünebilir.
İnkârcılar dini, hayatlarının dışına attıkları için, akıl, duyular ve tecrübelerle maddi problemlerini çözebiliyorlar, bu alanda hayatlarını düzene koyabiliyorlar. Fakat manevi alana karşı idrakleri kapatmak, görmezden gelmek fayda vermiyor. Şuur altının derinliklerinde fırtınalar kopuyor, şuurda huzursuzluklar meydana geliyor. Bunlardan kurtulmak için başvurulan tedbirler (zevk u safa âlemleri, iş, sanat, spor, içki, uyuşturucu) bir an faydalı olsa bile bu faydası şimşek hızıyla geçiyor. Münafıklar ise, İslam’ın nuruyla bir an aydınlanmış gibi görünseler dahi, şeytanları, sapık önderleri ile beraber oldukça karanlıklarda bocalamaya devam ediyorlar. 

27 Mayıs 2016 Cuma

Bakara Suresinde Kâfirler



Küfür, Arap dilinde örten demektir. Dinen küfür, “Hak dinin getirdiği gerçekleri kabul etmemek, onların üstünü örtmek, yok saymaktır. Dilimizde “inkâr” tabiri tam olarak bu manayı karşılar. Küfür bizde sövme manasına da geldiği için, inkârcılar demeyi tercih ediyoruz.
“Küfre saplananlara gelince, onları uyarsan da, uyarmasan da, onlar için birdir, inanmazlar. Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözleri üzerinde de bir perde vardır. Onlar için büyük bir azap vardır.” (Bakara, 6-7)
Fatiha suresinde sözü edilen yoldan sapmışlar ve gazaba uğramışlar grubunun birisi inkârcılardır. İnkârcı gurubun içine her türlü batıl dine mensup olanlar, ateistler, deistler, müşrikler, hak dinin çağrısına kulaklarını gönüllerini kapayanlar girer. Allah katında değeri olmayan ve ceza görecek olan insanlardır.
Rabbimiz, ilk ayette Kuran’ın apaçık bir hakikat olduğunu belirttikten sonra, burada muhatapların aklına gelebilecek şu soruya da cevap vermiştir. “Kur’an’ın Hak olduğu bu kadar aşikâr ise inkârcıların olması nasıl bir iştir? Allah neden onların inkârına izin vermektedir?”
Bazı insanlar, Kur’an hakikatine kulaklarını ve gönüllerini tıkamaktadırlar. Burada kusur ilahi hitapta değil, bu insanların kabiliyetsizliğinde veya lakayt kalmalarındadır. Çünkü onlar kendilerini şartlandırmış, hakikate kapamışlardır. Onlara verilen seçme kabiliyetini, cüz-i iradeyi inkâr yolunda kullanmışlardır. Allah bunların durumunu ezelde bildiği için, “Allah kalplerini mühürledi” denilir.

Sonuçta sonsuz güç kudret sahibi odur. Dileseydi, zorla iman ettirebilirdi; fakat insana iki yoldan birini seçme kabiliyetini vermiştir. Doktorun verdiği ilacı kullanmadığı için iyileşmeyip ölen hasta, doktorun maharetine gölge düşüremez. 

24 Mayıs 2016 Salı

BAKARA SURESİNDE MÜMİNLER

Resim alıntıdır.
Kulları için yeryüzünde örnek bir yaşam tarzı hedefleyen Rabbimiz, yüce kelamının daha başında davetine muhatap olan insanı tanıtmakla işe başlar. Kuran okuyan bilecektir ki, kendisi kimdir, nedir? Kimlerle muhatap olmaktadır?    
Bakara Suresinde bize müminler, inkârcılar, münafıklar ve fasıklardan bahsedilir.
Müminler, Kur’anın davetini can ü gönülden kabul eden, ilahi çağrıya kulak veren Allah katında insanların en kıymetli olanlarıdır. Elbette dünyada mutlu oldukları gibi ebedi saadeti de kazanacaklardır.
Rabbimiz kitabı hakkında “Bu, muttakiler için gönderilmiş kendisinde hiçbir şüpheye yer bulunmayan Kitap’tır,” buyurur. Mümin kelimesi yerine muttaki ifadesi kullanıldığına göre, mümin zerre miktarı şüphe duymadan iman etmiş kimsedir.
Biz de kitapta kullanıldığı şekilde mümin yerine muttaki ifadesini kullanalım. Velev ki ikisinin manası aynıdır.
Takva sözlükte, bir tehlikeyi önlemek için konulmuş engel ve siper manasınadır. Muttaki, kendisini iman ve salih amel siperiyle azaptan koruyandır.
Takva müminde hâsıl olan bir şuur ve davranış biçimidir. “İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah’ın rızasını kazanmak için kendini feda eder.”(Bakara, 207) hitabına mazhar olmuştur.
Resulullah (s.a.v.) “Kul, sakıncalı olana düşmemek için sakıncasız olandan çekinmedikçe takva sahibi olamaz.” (Tirmizi, Kıyame 19; İbn Mace, Zühd, 24) Yine başka bir hadiste; “Kul vicdanını rahatsız eden şeyi terk etmedikçe takvayı elde edemez” (Buhari, İman, 1) buyurmuştur. Demek muttaki mümin kişi, Allah rızasını kazanmak için, nefsinin arzu ve heveslerinden, yerine göre rahatından, fedakârlık yapar.
Ebu Hureyre bu konuda şöyle demiştir: “Yolda giderken dikenler görürsen ya yolu değiştirirsin, ya da dikene değmeden geçmenin bir yolunu bulursun. İşte takva budur.”
Abdülkadir Geylani Hazretleri takvayı şöyle tarif ediyor: “Kalbindekileri çıkar bir kaba koy pazarda herkesin göreceği şekilde dolaştır. İçinde utanılacak hiçbir şey yoksa işte bu takvadır.” İçinde zerrece şüphe olmayan bir kalptan bahsedilir. 
“Onlar gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiğimizden de Allah yolunda harcarlar. Onlar sana indirilene de, senden önce indirilenlere de inanırlar. Ahirete de kesin olarak inanırlar. İşte onlar Rab’lerinden (gelen) bir doğru yol üzeredirler ve kurtuluşa erenler de işte onlardır.” (Bakara, 3-5)
Her insanın idrak seviyesi faklı olduğundan müminlerin vasıfları da farklı tezahür eder. Bu ayetlere göre mümin-muttakilerin beş vasfı olmalıdır. Burada bahsedilen vasıflar aynı zamanda Müslümanlığın temel esaslarıdır:
1.      Gaybe iman, iman esasları veya amentü olarak bildiğimiz konulara iman etmek demektir. Bunlar Allah’ın varlığına birliğine, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, kaza ve kadere, ahiret gününe inanmak, (iman)
  1. Namazı dosdoğru, devamlı ve kulluk şuuru içinde kılmak, (ibadet)
  2. Allah’ın verdiklerinden bir kısmını O’nun rızası için harcamak, (sosyal hayatın ve hukukun düzenlenmesi)
  3. Kur’an’a olduğu gibi, diğer peygamberlere gönderilen kitaplara da inanmak; (aslında bütün semavi dinlerin ortak kökenine, bu din mensuplarının da gelip İslam’a iman etmeleri gereğine işaret eder.)
  4. Ahirete kesin olarak inanmak. Ahirete iman olmadan ne bir din olur ne de sağlıklı bir dünya düzeni kurulabilir. Bu yüzden Kur’anın genelinde ve Bakara suresinde sık sık ahirete vurgu yapılır. Çünkü bu dünyadaki sınavların neticesi ahirette alınacaktır.

Fatiha suresinde “İhdina’s-sırata’l-mustakim” diyerek Allah’tan dilediğimiz, dosdoğru yolda yürüyenler ve Allah’ın vaat ettiği dünya ve ahiret saadetini kazanacak olanlar bu vasıfları taşıyan mümin-muttaki kimselerdir.


23 Mayıs 2016 Pazartesi

Bakara Suresi Hakkında

Resim alıntıdır

Bakara suresi Kur’an’ın zirvesidir. 
Kur’an’ı bir vücuda benzetirsek Fatiha onun başı, Bakara gövdesi ve diğer sureler de diğer uzuvları kabul edilebilir. 
Fatiha suresi, Kur’an’ın bir özeti kabul edilirse Bakara suresi de Kuranın tafsilidir. Bütün ayrıntılarını içine alır.
Bakara Suresi Medine’de nazil olmuştur. Son iki ayeti Miraç’ta nazil olmuştur. Kur’an-ı Kerim’in en uzun suresi olup, 286 ayettir. Adını, 67-73. ayetlerde geçen, Allah’ın Yahudilere bir “bakara” (inek) kurban etmelerini emretmesi olayından alır.  
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in, Bakara suresinin kıymetini anlatan pek çok hadisi vardır. “Evlerinizi (içinde Kur’an okumayarak) kabirlere çevirmeyiniz. Şeytan içinde Bakara Suresi okunan evden ürker ve kaçar.(Müslim, Müsafirin, 212) 
“Bakara suresini okuyunuz. Çünkü ona sahip olmak bereket, terk etmek ise hasret ve pişmanlık sebebidir. Ona sihirbazların gücü yetmez.” (Müslim, Müsafirin, 252)“Bakara suresinin son iki ayetini yatarken okuyan kimseye bu ikisi yeter.”(Buhari, Fezail, 10) 
Sahabeden Üseyd b. Hudayr bir gece Bakara Suresini okurken atı ürktü. Başını kaldırınca, göğün sonsuz bir boşluğa doğru açıldığını ve bir nurun etrafı kapattığını gördü. Durumu Efendimiz (s.a.v.)’e anlatınca Efendimiz ona: “Eğer okumaya devam etseydin ya Hudayr, melekler sabaha kadar yeryüzünde kalırlar ve sabah herkes onları görürdü.” buyurdu. (Müslim, Müsafirin, 242)
Bakara suresini çok çok okumalı, aynı zamanda onu anlamak için gayret etmeliyiz. Çünkü bu sure yüce faziletinin yanında mana itibariyle dinin özünü bize anlatır. Resulullah (s.a.v.) Efendimiz, “İki nur yumağını, Bakara ve Ali İmran surelerini okuyunuz; çünkü onlar, kıyamet günü iki bulut veya gölgelik veya kuş sürüsü gibi gelerek kendilerini okuyanları savunacak veya koruyacaklardır.” Bu koruma, bu iki sureyi okuyup amel edenler içindir.
Bakara suresi kısa bir mukaddimeden sonra başlıca dört bölümden oluşur: Bu bölümlerde, bütün insanlığı İslam’a davet, özellikle Ehl-i Kitab’ı İslam’a Davet, ayrıntılı bir şekilde dinin hükümleri, dinin hükümlerinin ifa edilmesini sağlayacak teşvik ve uyarılar yer alır. Yine kısa bir sonuç bölümüyle biter.

Bakara Suresi, üç harf ve onu takip eden üç cümle ile başlar. Üç harf  “elif, lam, mim”, Üç cümle ise şudur: “Bu bir kitaptır. Kendisinde hiçbir şüphe yoktur. Gündüzün güneş ışığı kadar apaçık bir rehberdir.” (1-2) Bu cümleler, usta bir hatibin muhatabına kendisini tanıtmasıdır. 
Son derece beliğ ve dikkat çekici olan bu hitaptan sonra, Rabbimiz, yüce kelamına muhatap olan insanların genel durumları hakkında bize bilgi verir. Biz burada, kısa bir sohbette, ancak Bakara suresinde bahsedilen bir konuyu genel hatlarıyla ele alabiliriz. Ele alacağımız konu Kur’an’ın davetine muhatap olan insanların gösterdikleri tavırlara göre aldıkları özelliklerdir.

18 Mayıs 2016 Çarşamba

FATİHA SÛRESİ 1. BÖLÜM



Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla… Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur. O, rahmandır ve rahimdir. Hesap gününün malikidir. (Rabbimiz), Ancak sana kulluk ederiz ve yalnız senden medet umarız. Bize doğru yolu göster. Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yoluna... Gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna değil...
Fatiha, Peygamber Efendimize tam olarak inen ilk suredir. Yüce Kitabımız onunla başlar, Kur’an’ın önsözüdür, girişidir.
Fatiha açılış demektir. “Ümmü’l-Kitap” Kitabın anası, Kitabın esasıdır.  
Fatiha, aynı zamanda Allah’ın kullarına öğrettiği bir duadır. Kul Fatiha ile ister, Yaratan Kuran ile cevap verir. Kul kendisine doğru yolu göstermesi için Allah’a yalvarır; Allah da duaya cevap olarak, tüm Kur’an’ı onu önüne koyar. İşte benden dilediğin hidayet: “Zalikel kitabu la raybe fih hüden lil müttakin – Bu içinde hiçbir şüpheye yer bulunmayan, muttakilere yol gösteren kitaptır.
Kitaba Euzü billahi mine’ş-şeytani’r-racim- Kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım diyerek başlarız. Böylece bütün olumsuz duygu ve düşüncelerden, her türlü şeytani vesveselerden kurtularak Kitabımızın kapağını açmış oluruz.
“Kur’an okuyacağın vakit o kovulmuş şeytandan Allah’a sığın,” diye emredilmiştir. (Nahl (16/98) Şeytana uyan yoldan çıkar, inkâra kadar sürüklenir, insanlara zulüm, işkence, haksızlık yapar.
Ancak Allah’a iman eden,  O’na dayanan ve güvenen, O’na sığınan müminlere şeytan zarar veremez. Euzu diyerek başladığımız kitaba yine “Kul euzu birabbinnas” diye Allaha sığınarak bitiririz.
Bismillahirrahmanirrahim- Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla (başlarım) Hem kitaba başlamak içindir hem Fatiha’ya. Tevbe Suresinin dışında her sure besmeleyle başlar. Demekki her iş besmeleyle başlamalıdır.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de “Besmele ile başlamayan her iş eksiktir” (Ahmed b. Hanbel,  359) buyurmuştur.
Kul besmele çekerek kendinin tek başına yeterli olmadığını, başarı ve gücün ancak Allah’tan gelebileceğini, Allah’ın yeryüzünde halife kıldığı bir varlık olarak O’nun mülkünde,  O’nun adına tasarrufta bulunabileceğini peşinen kabul etmekte ve bundan güç almaktadır.
Besmele ile kul, dünya ve ahirette Allah’ın sonsuz merhametine sığınır. Yaptığı işten de rahmet ümit eder.
Besmele yüce Kitabımızın anahtarı ise Fatiha kapısıdır. Kapıdan içeri giren nice sırlara vakıf olur. Sırların kapısı hamdü senadır.
Elhamdülillahi Rabbil Âlemin- Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.
Bizi insan yaratmakla şereflendiren ve bütün âlemleri hizmetimize veren Rabbimizin lütfu ne büyüktür. Bunu idrak ettiğimiz özel anlar vardır. İşte o anlardan biri yaratılışımızdaki nice sırlara, âlemlerde gizli küçük âdeme ve âdemde gizli büyük âleme hamdü sena ettiğimiz zamanlardır.
Kitaba başlarken hem bize bir kitap, resul ve din gönderdiği için hem o kitapla bize nice sırları açtığı için Rabbimize hamd ediyoruz. Böylece O’nun yüceliğini kabul ediyor, bize verdiği sayısız nimetlere karşı şükrediyor ve tazim ediyoruz.
Hamd yalnız Allah içindir. Çünkü hamd aynı zamanda onun isimlerinden biridir. Hamd şükrün yanı sıra övgü ifadesidir.
Övgülerin hepsi Allah’adır. Hiçbir insan, hiçbir melek,  hiçbir peygamber, hiçbir ilah, hiçbir yıldız, hiçbir put, kısacası onun yarattıklarından hiçbiri taşıdıkları niteliklere kendi başlarına sahip değildir. Yaratılmışlarda her ne var ise Allah tarafından verilmiştir. O halde bağlılık, kulluk ve şükür onun yarattıklarına değil, bu nimetleri Yaratana layıktır.
Abdullah bin Ömer (r.a.)’den rivayet edildiğine göre Peygamber Efendimiz (s.a.v.): “Allah’ın kullarından biri “Ya Rabbi sana, zatının ululuğuna, saltanatının yüceliğine yaraşır biçimde hamd ederim (elhamdülillah)” dedi. Bu sözün değerini ölçemeyen, kulun amellerini yazmakla görevli melekler ne yazacaklarını bilemediler. Bunun üzerine Allah’ın huzuruna çıkarak: “Ya Rabbi! Senin kullarından biri öyle bir söz söyledi ki, onu nasıl değerlendirip yazacağımızı bilemiyoruz” dediler. Yüce Allah, kulunun ne dediğini daha iyi bildiği halde meleklere: “Kulum ne dedi?”  diye sordu. Melekler “Ya Rabbi! O, Ey Rabbim! Sana, zatının ululuğuna ve saltanatının yüceliğine yaraşır biçimde hamd ederim dedi,” diye cevap verdiler. Bunun üzerine Allah o meleklere: “Kulumun o sözünü ağzından çıktığı gibi yazın. O sözün karşılığını, kulum kıyamet günü huzuruma geldiğinde bizzat ben veririm,” buyurdu. (Sünen- i İbn Mace)
Rabbi’l- Âlemin ise maddi ve manevi, görünen ve görünmeyen, dünyada ve ahirette cümle yaratılmışların sahibinin kim olduğunu bildiriyor.
Hepimizin her şeyin sahibi, Melik, Malik, Hükümran, Kefil, kanun koyan, yöneten, düzenleyen ve terbiye vereni Rabbülalemindir.
İnsanlar bir yandan tek bir yaratıcıya bir yandan da hayata egemen olan birçok ilahın varlığına inanır. Beyler, patronlar, para, aşk, evlat, nefsaniyet, kibir ve hırsları…
Nitekim müşriklerden bir grup, taptıkları putlarla ilgili olarak: “Biz onlara sırf bizleri Allah’a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz” (Zümer, 3) demişlerdi. Ehl-i Kitaptan bir gurup da “Hahamlarını ve Rahiplerini Allah’tan ayrı rabler,” (Tevbe, 31) edinmişlerdir.    
Evet, Allah’a ait Rabbaniyet, yaratılmış olan aciz varlıklara atfedilirse bu Allah’ın hakkına tecavüzdür. Bunun adı gizli veya açık şirktir. Hâlbuki O’nun Rabbaniyeti bütün âlemde kendini duyurmaktadır. Evreni en güzel şekilde terbiye edip, düzenleyip, üzerinde tasarrufta bulunmaya, yönetmeye devam eden Allah (c.c.) hayatın ve kulluğun kurallarını koymuştur.
Yarattıklarına şekil verip yaşamasını sağlayan Allah, Rab olarak da sahibi ve malikidir. Bunu anlayacak kabiliyette yaratılan tek varlık insandır. Öyleyse insana düşen kendisinin sahibi ve maliki olan Allah’a Rab olarak teslim olmak ve yalnızca O’na kulluk yapmaktır.
Kuran’ın bütün surelerinde sürekli yinelenen Allah u zülcelal Hazretlerinin Rab’lığı, evvelen Fatiha’da duyurulur, son surede ise insan Rabbına teslim edilir. “Deki, insanların Rabbine sığınırım. İnsanların malikine, insanların ilahına da…” (Nas 1 -4)
er-Rahmani’r-Rahim- O Rahman ve Rahimdir
Kur’an dilinde “Rahman” sıfatı Allah’a mahsustur. Başka hiçbir varlık için kullanılmamıştır. Rahman bütün yaratılmışlara sonsuz ve sınırsız lütuf, ihsan, rahmet bahşeden demektir. Rahman, sonsuz rahmetiyle muamele ederken buna mahzar olan varlığın hak etmesine, layık olmasına bakmaz. Allah (c.c.) inanan, inanmayan herkesi nimetlendirir.
“Rahim” çok merhametli, rahmeti bol demek olup, bu sıfatla kullar da nitelenebilir. Allah’ın Rahim sıfatı kullarının gelecekte, ahirette hak ettikleri sınırsız rahmetini merhametini ifade etmektedir. Sadece müminleri saran bir merhamet… Yüce Allah Kuran’da; “Güzel davrananlara daha güzel bir karşılık ve fazlası var. Onların yüzlerine ne bir kara bulaşır, ne de horluk. İşte onlar cennet halkıdır, orada ebedi kalacakladır.” (Yunus, 26) buyurmakla bunu ifade etmiştir.
Maliki yevmi’d-din- Din Gününün Sahibidir
Din günü, Ceza veya hesap gününün maliki Allah (c.c.)’tır.  Malik olmak hem sahip hem hüküm sahibi olmaktır. Allahu Teâla dünya hayatında imtihan için kullarına cüzi sahiplik ve iktidar vermiş; gaflet içinde bulunan kimseler zaman zaman da olsa Allah’ın sahipliğini unutmuşlardır. İmanı olmayanlar ise bunun şuurundan tamamen yoksun kalıp inkâr etmişlerdir. Ahirette kulun bu geçici iktidarı ortadan kalkacak Allah’ın hükmü gerçekleşecektir. Gerçek iktidar sahibi Malik’liğini ortaya koyacaktır.
Fatiha suresinin ilk bölümünde euzu ile en kötüden, cümle kötülüklerden Allah’a sığınıp gönlümüzü temizledik. Besmele anahtarı ile kitabın kapısını açtık. Görünen görünmeyen âlemlerin ve bizim Rabbimize hamd ederek eşikten geçiyoruz. O anda büyük bir hayranlıkla Rabbimizin, Rahman ve Rahim isimleriyle sonsuz merhametini tanıyor, Hesap gününün de Maliki ve sahibi olduğunu idrak ediyoruz.
Bundan sonra dizlerimizin üzerine çöküp kulluğumuzu beyan etmekten başka elimizden ne gelir.


FATİHA SURESİ 2. bölüm


 2. BÖLÜM
Fatiha suresinin ilk bölümünde euzu ile en kötüden, cümle kötülüklerden Allah’a sığınıp gönlümüzü temizledik. Besmele anahtarı ile kitabın kapısını açtık. Görünen görünmeyen âlemlerin ve bizim Rabbimize hamd ederek eşikten geçtik. O anda büyük bir hayranlıkla Rabbimizin, Rahman ve Rahim isimleriyle sonsuz merhametini tanıdık, Hesap gününün de Maliki ve sahibi olduğunu idrak ettik.
Bundan sonra dizlerimizin üzerine çöküp kulluğumuzu beyan etmekten muhtaçlığımızı dile getirmekten ve doğru yolu göstermesi için yalvarmaktan başka elimizden ne gelir. 
İyyake na’budu ve iyyake nesta’in- Yalnız sana ibadet ederiz, yalnız senden yardım dileriz.
Mahlûkatın tümü Allah’a boyun eğmiştir. Yaratılmışlar içinde yalnız, İnsanoğlu kendi iradesi ile sevdiği için ve boyun eğdiği için ilahi emirleri yerine getirir ya da ihmal veya isyan eder.
İnsanoğlunun yaradılış gayesi kulluktur. Bu kulluk sevgi, korku ve boyun eğme iledir. Dünyanın bütün nimetleri ve imkânları da insanın insanca, yalnız Allah’a kulluk ederek yaşaması için verilmiş araçlardır.
                “İyyake na’budü” Ey Rabbimiz! Biz başkasına değil yalnız sana boyun eğeriz. Senin Rab’liğini kabul eder, sana acizliğimizi arz ederiz. Ancak sana itaat ederiz. Bütün korku ve ümidimizin ilk ve son dönülecek yeri yalnız sensin. 
Allah (c.c.) Yasin suresi 60. ayetinde “Ey Âdemoğulları! Siz şeytana tapmayın (kulluk etmeyin) çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır, demedim mi?” buyurmaktadır.
İnsanoğlu elbette şeytana ilah diye tapmaz. Ama onun vesveselerine uymakla Allah’a değil, şeytana itaat etmiş olur. Nefsine uymakla, kibirlenmekle, hırslarının peşinden koşmakla Allah’a kulluğa halel getirir.
Bazı topluluklar da kendilerini Yaratıcı’ya muhtaç görmezler. İnsanlar üzerinde tıpkı firavun gibi Rabb’lik iddia ederler. Onları yönlendirirler, onların hayatlarını düzenlemek için Allah’ın emirleri dışında emirler koyarlar. Kuran’da bu kişilere tağut denir. İnsanlar da isteyerek veya zorla bu hükümleri kabul ederler, Allah’tan başka bir güç, Allah’tan başka bir otorite Allah’tan başka bir malik kabul ederler. Böylece insanlar bu tağutları ilah edinip onlara karşı bir çeşit kulluk içine girerler.
Bunun dışında insanlar nefsine, şöhrete, makam mevki hırsına, dünyalık elde etme arzusuna şehvetine kapılır. Bunların peşinden öyle koşar ki, mabudunun Allah olduğunu dahi unutuverir.
İşte iyyake nabudu bütün bu şirk çeşitlerinden kurtulma sözü ve niyazıdır. Allah’ı tazim edip ona kulluk için ant içmektir.
“İyyake nestain” ise Allah’ın yardımını diliyoruz. Madem ikrar ettik ki yalnız O vardır ve mahlûkat onun yarattıklarıdır. Muhtaç olduğumuz tek kudret sahibi O’dur. O vermeden hiç kimse bir şey veremez. O verirse kimse engel olamaz.
O hem kullarına merhametli hem de bağışlayıcıdır. Âlemlerin sahibi ve malikidir. Hesap günü O’ndan başka sözü geçecek yoktur. Dilerse var eder dilerse yok eder. Öyleyse kulluk için kimin kapısında duralım. Muhtaç olunca kimden isteyelim.
İhdina’s-Sırata’l-Müstakim- Bize doğru yolu göster.
Bir kulun Rabbinden ilk isteği ne olabilir? Madem kulluğumuzu ve muhtaçlığımızı beyan ettik. Önce Hak yolunu bulmaya ihtiyacımız vardır.
Biz doru yolu arar ve Rabbimizden dilerken O Kur’an’ı sermiştir önümüze. Onu vahy etmiş, okursanız size yol gösterici bir kitaptır bu. Kitabı tebliğ için de peygamber göndermiştir, uyarsanız o peygamber âlemlere rahmet buyurmuştur.
Peygamber Efendimiz Veda Hutbesinde şöyle buyurmuştur. “Size öyle iki şey bıraktım ki, onlara tutunursanız sapmazsınız; Allah’ın kitabı ve Resulün sünneti.”
Sırat-ı Müstakim, bu dünyada yürünecek Cadde-i Kübra’dır, İslam şeriatı ve iman hakikatidir, Kur’an ve Sünnettir.
Müslüman beş vakit namazının her rekâtında ve her duasında Rabbinden sırat-ı müstakimi diler ki bir an yoldan çıkmasın. Daima Allah’ın gösterdiği hidayet yolunda yürüsün.
Sırata’l-lezine en’amte aleyhim ğayri’l-mağdubi aleyhim vela’d-daalliin- Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yolunu göster, gazaba uğramışların ve sapmışların değil…  
Rabbimizden dileğimiz sırat-ı müstakimdir. Şöyle ki, o yol nimet verdiği kimselerin takip ettikleri yoldur. Nimet imandır, İslam’dır, Kuran ve sünnet yoludur. Ona uyanlar nimete gark olan kimselerdir. Allah (c.c.) ayetinde bu kimseleri şöyle tarif etmektedir: “İşte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddıklar, şehitler ve Salihlerle beraberdir. Onlar ne güzel arkadaştır.” (Nisa, 69)
Kendilerine nimet verilenler şeytanın vesveselerinden, nefsinin gayri meşru isteklerinden, tağutlara, dünya hırsına itaatten kurtulmuş, bütün arzusu ve çabası Allah’ın sevdiği kullar arasına karışmak olan kimselerdir.
Kendilerine nimet verilenler, Allah’ın gazabından ve dalalete düşmekten kurtulanlardır. İmam Ahmed b. Hanbel’in Adiy Bin Hatem’den rivayet ettiği bir hadiste Resulullah (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır. “Kendilerine gazap edilenler yahudiler, dalalete düşenler de hristiyanlardır.”
Gazap Kuran’da Yahudilerin özel bir sıfatıdır. Nitekim Yüce Allah “Allah’ın kendisine lanet edip, gazap ettiği kimse…” (Maide, 60) şeklinde nitelendirmiştir. Dalalet ise Hristiyanların özel bir sıfatıdır. Nitekim Yüce Allah onlar hakkında da şöyle buyurmaktadır: “Önceden sapmış, birçoklarını da saptırmış, düz yoldan sapıp dalalete düşmüş bir topluluk…” (Maide, 77)
Bizlere kitap ehli olmalarına rağmen Yahudi ve Hristiyanların, onların nezdinde bütün inkârcıların, yoldan sapanların, yolunda yürümemiz yasaklandığına göre nasıl onlara uyup önder yapabiliriz?
Müslüman gafletten beri değildir. Bir bakarsınız ki, kitaptan bir kalıntıya sahip bulunan ya da kitabı tümüyle reddeden Yahudi ve Hristiyanların, Allahsızların takipçileri oluvermişler.
Ancak tek gazaba uğrayan ve sapıtanlar onlar da değildir. Müşrikler, putperestler, ateistler, deistler, kendi arzularına göre din uyduran nice şaşırmış kâfirler vardır. İnsanları sapıklığa çağıran tağutlar vardır.
Küfür tek millet olmuş, yeryüzünden İslam’ı kaldırmaya ant içmişler, dört koldan inananlara savaş açmışlardır. Bu sadece topla tüfekle yapılan bir savaş değildir. Bu ilimle, irfanla, fenle, kalplerle, beyinle yapılan bir savaştır. Gaflet ehlini kolayca kandırdıkları, yalanlarına inandırdıkları bir savaş…
Müslümanın ise Kuran ve sünnetten daha sağlam bir yol göstereni ve hakikat ehli Salih Müminlerden başka dostu yoktur.
Fatiha Suresini okuyan bir kimsenin bitirdikten sonra “âmin” demesi müstehaptır. Âmin “Allah’ım kabul buyur” anlamındadır. Bu sureyi okuyan kimse ister namazda, ister namaz dışında âmin der.
Fatiha suresi Kur’anın mukaddimesi olduğuna göre Kur’an’ın maksat ve manaları onda toplanmıştır. Kur’an’ı Kerimin açıklamaları inanç, ibadet ve hayat düzeni ile ilgilidir.
Fatiha da inanç düzeninden söz ederek başlar. “Hamd âlemlerin Rabbi, Rahman, Rahim ve din gününün maliki olan Allah’a mahsustur.” Arkasından ibadet düzeni gelir. “Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz”. Üçüncü olarak da hayat düzeninden söz edilir. “Bizi doğru yola ilet, nimete erdirdiklerinin yoluna, gazaba uğrayanların ve dalalete düşenlerine değil…” Kuran-ı Kerim’in cümlesi bu önsözde belirtilen hususları açıklamaktadır.
Fatiha Suresini namazlarımızda günde beş vakit kırk defa okuruz. Her okuyuşta söz ile bağlılığımızı sunar, inancımızı tazeleriz. Her Fatiha’da Allah’a dua ederiz ki, Fatiha kalplerimizi Hakka aça.    Âmin.


12 Mayıs 2016 Perşembe

Rıza Makamı


 
Bir güvercin durmadan evini değiştiriyormuş. Ona bunun sebebi sorulduğunda taşındığı her evde bir koku olduğunu ve kendisini rahatsız ettiğini söylüyormuş. Bir bilge ona şöyle demiş: “Aslında duyduğun o koku evlerin değil senin kokun. İstersen kendini arıtmayı dene.”
Sadi’nin Bostan ve Gülistan’ından alınan bu hikmetli kıssa, bize mutsuzluk ve huzursuzluğun gerçek kaynağını gösteriyor: Kendimiz…
Kendinden razı olmayan hiçbir şeyden memnun olmaz. Kendini bilmeyen mutluluğu hep kendi dışında arar.
Maddi hazların peşinde mutluluk arayan bulamaz. Çünkü dünya peşinden koşandan kaçar ve arkasını dönenin peşine takılır.
Nefsimizin istekleri bitmez, çünkü bir istediğini elde edince tatmin olacağı yerde bir başkasının peşinden koşar. Böylece bitmek tükenmek bilmeyen arzularımıza kul olur, dünyada da ahirette de mutluluk nedir bilemeyiz.
Mutlu olmak, “sahip olmakla” değil, “olmakla” gelir. İnsan olmakla, insan olmanın değerini korumakla, insanlığın erdemlerine ulaşmakla… Kendini arıtmakla… Varlığın manasını kavramakla olur insan.
Ham olan ne kendini tanır ne Rabbini. Ne kendi yaratabilir arzularını, ne Allah’ın verdiğine razı olur. Kendine varlık, büyüklük, güç atfeder. Günahı kendinde değil hep başkalarında arar. Sonra da kadere güç yetiremeyip mutsuz olur.
İyiyi de kötüyü de, güzeli de çirkini de, sevabı da günahı da, Âdem’i de şeytanı da O’nun yarattığını bilip O’nun her yarattığından razı olmakla olur insan. Güneşin altında pişip olgunlaşan meyve gibi, ocakta pişip testi olan toprak gibi olur insan.
Olmak dünya sevgisinden kendi kibrinden arınmakla olur. Olmuş insan hem kendine, hem etrafına faydalı olur, barış ve huzur getirir, hoş bir tat bırakır dimağlarda.
Haline razı olmak için her şeye sahip olmak gerekmez. Çünkü her şeye sahip olmak diye bir şey olamaz.
Padişah’ın biri “halimden memnunum” diyen birini bulun getirin bana demiş. Aramışlar, taramışlar, deniz kenarında bir kulübede yaşayan, balık tutarsa yiyen, üstünde giysi diye bir çuval giyen, miskin birini getirmişler. “Adam ben halimden memnunum diyormuş.” Oysa dünyalık hiçbir şeyi yok.
Kendi halinden memnun… Dünyalık bir arzusu yok ve kendinde bir varlık görüp kibirlenmiyor.
Olgun insan kendinden razıdır. Kendisine verilene razıdır. Eşinden razıdır. Çocuklarından razıdır. Allah’ın yazgısından razıdır. Helal rızık yer, şükreder. Başına gelen üzüntüye sabreder. Herşeyi kendisi yapmaya, kendisi kontrol etmeye, yönetmeye, dünya malının hepsine sahip olmaya kalkışmaz. Bunun sonu yok. Tabii böylece mutlu olur.
Peygamberler dahi “Allah’ım bana nefs-i mutmainne ihsan eyle” diye dua etmişlerdir. Nefsi Mutmainne arınmış nefis demektir. Rıza makamıdır. Rıza makamında olan kâmil insanlar, dünyada iken cenneti bulmuşlardır.
Rabbimiz arınmış kullarına “Ey nefsi mutmainne! (yani ey manevi tatmine, iç huzura ermiş kulum) Rabbine, ondan razı olarak ve O da senden razı olarak dön! Gir kullarımla cennetime!” (Fecr, 27-30) diye seslenir.
Halinden memnun olmanın ilk şartı inanç sahibi olmaktır. Allah’ın gücüne kudretine kaza ve kadere iman, bizim güç yetiremeyeceklerimize onun gücünün yeteceğini bilmek ne büyük huzur…
“Nefislerinde hiçbir darlık duymadan tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olmazlar.” (Nisa 65)
       İkinci şartı da inancının gereğini yaşamaktır. Bir insanın inancı ne olursa olsun, görevini yerine getirmenin iç huzuru bambaşka bir tatmindir.
Öyle kolayca gelivermez olgunlaşıp rıza makamına ermek… Çalışıp çabalamak, yorulup üzülmek, yangınlara düşmek, pişmek gerek.
Mum gibi erimek gerek. O mum haline rıza ile yanar, erir ve bu esnada etrafına ışık saçar.  Büyük sabır ister, rızaya erişmek. Sevgi ve aşk ister, fedakârlık ister. Rıza ise onu hissetmemektir. Bu noktaya geldikten sonra ne stres kalır, ne korku, ne de üzüntü…
       Burası tam da Hz. İbrahim (a.s.) ateşe atılırken “Rabbim beni korur” inancını sergilediği noktadır. Eyüp (as) ın “hastalığı veren şifasını da verir” deyip şikâyet etmeden sabrettiği nokta. Rıza makamındaki aşığın her gelene şükrettiği nokta.
   Hoştur bana senden gelen, ya gonca gül yahut diken
   Ya hilatü yahut kefen, Lutfun da hoş, kahrında hoş


2 Mayıs 2016 Pazartesi

İman Bozan





Abdesti bozan, namazı bozan, orucu bozan hallerden bahsediverirler çoğunlukla. Oysa iman olmadan abdest, namaz, oruç olur mu? Olmaz. Önce imanı bozan hallerden bahsetmek lazım o vakit. Nelerdir bunlar?

Kul hakkı yemek, emeği hiçe saymak, işi ehline vermemek, adam kayırmak, işine ve tartısına hile karıştırmak, hırsa kapılmak, zayıf bulunca zulmetmek, büyük görünce dalkavukluk etmek, toplum içine fitne salmak, bölüştürmek yerine bölücülük yapmak, dostunu dahi kıskanmak, yalan söylemek, buğz beslemek...

Neden bozar imanı bunlar? İman sahibi olan Allah’ın azabından korkar, lütuflarına mazhar olamamaktan korkar, sevgisini kazanamamaktan korkar. “Zalikelkitabu la raybe fih hüden lilmuttakiyn” buyurmuyor mu Rabbimiz? Bu kitap muttakiler için buyurmuyor mu? Arkasından muttakinin kim olduğunu açıklıyor. “ellezine yüminune bilğaybi” “Onlar gaybe inanırlar.”

İnanan, O’nun rızasına uyar, O’nun gazabından korkar. Allah’ın azabını en çok cezbedecek fiil, kul hakkı yemektir. Zira namaz kılmamak Allah’a karşı işlenmiş bir fiildir ve tövbe ile bağışlanacaktır. Oysa kul hakkını tövbe ile de bağışlamıyor Yaratan. Önce haksızlığa uğrayan kulun bağışlaması gerek.

Çünkü kullarına kıymet veriyor. Kulunun yüzüne bakıyor Yaratan. Gönlüne nazar ediyor. Gönül kıran Rabbini kırmış olur. Onun gazabını celp eder. "Gönül kıran Kabeyi yıkmış gibi... "İman eden nasıl olur da Rabbinin nazargahına kayıtsız kalabilir?

İşte bu yüzden önce imanı korumalı ki, abdestimiz namazımız kabul olsun.